Martının kanadında, Kızkulesi’nden Anadolu Kavağı’na

Güncelleme Tarihi:

Martının kanadında, Kızkulesi’nden Anadolu Kavağı’na
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 12, 2010 00:00

Yalıları, mehtap gezileri, Göksu piknikleri, şarkılarıyla geçmişte İstanbul kültürünün vazgeçilmez parçasıydı Boğaziçi. Geriye sadece öyküler, yalılar ve Boğaziçi’nin ilhamıyla yazılan eserler kaldı. Boğaziçinde martıların peşinde çıkacağınız bir gezide, hayal gücünüzü de kullanıp dünün dünyasını keşfedebilir, İstanbul’a bir kez daha aşık olabilirsiniz.

Haberin Devamı

Karabasan bir gece. Belki tüm günün tortusu; haberler, olaylar, kirlilik. Bir o yana bir bu yana yatakta. Düş mü? Ne gezer. Bir büyük kent

yorgunluğu belki. Belki, belki, belki de!.. Kendi kaosunu boylu boyunca yaşayan İstanbul’dan arta kalanlar.
Büyük  bir patlama ile irkiliyorum birden, karanlığı yırtarcasına. Uyku sersemliği, endişe, korku kapımda… Fırlıyorum yataktan ve  sicim gibi yağan yağmurun sesini duyuyorum. Rahatlıyor içim. Yazın ortasında ne garip bir gün ama farkında olmadan bir serinlik sarıyor bedenimi. Hemen, salona geçip pencereleri açıyorum birer birer. Bulutlardan ve mimoza ağacının yapraklarından arta kalan yağmurun serpintileri yalıyor yüzümü.

Açık penceremde, sonsuzluk. “Resim gibi” derler ya yalan. Adlandıramadığımız şeylere hemen taktığımız yafta!.. Resim, doğanın sonsuz derinliği, rengi, değişimi ve efsanesi ile hiç boy ölçüşe bilir mi?

Haberin Devamı

     Penceremde gökyüzü: Boylu boyunca Boğaziçi’nin gökyüzünü, koyu kül renginde bulutlar kaplamış. Üstelik, kendi grisinden yaratığı bir türev, binlerce renk. Lacivert, nefti, koyu kül rengi, gökyüzünde itişip duruyor. Saat, sabahın altı buçuğu üstelik. Deniz ise şaşkın; olup bitenlerden kaygılı değil ama koyu gölgenin ne yapacağı belli olur mu hiç?
Gök gürültüsüne, karanlık sularda yol almaya çalışan, uzun, belki de siyah renkli bir tankerin boğuk sesi karışıyor. Cin mi peri mi yoksa; efsanelerdeki dragon mu?

ARGOS, KARANLIK BİR GECEDE BOĞAZİÇİ’NDEN GEÇMİŞTİ

Bekliyorum, penceremin önünde. Her şey öylesine hareket halinde ki. Öylesine keyif ve umut aşılıyor ki, gök gürültüsü, birbiri peşi sıra hızla akan bulutlar, yakamozlanan deniz, savrulan ağaç dalları ve sağanak. Öylesine güzel ki Boğaziçi. Argo gemicileri geliyor aklıma, hazır düşlerde gezinirken. Nerede olabilirler bu curcunada?
Sahi, adı hızlı anlamındaki Argo gemisi, bizim de öykümüz.

MÖ 3’üncü yüzyılda yaşamış olan Rodos’lu Apollonios anlatıyor. Ondan önce geveze Pindaros ta önüne gelene bu efsaneyi anlatmış. Ben, her ikisinin de yalancısıyım.

Efsanenin kısası: Karadeniz’de, Kolkhis ülkesindeki “Altın postu”  almak  ile Marmara Denizi’ni geçecekler. Sonra da Boğaziçi’ni. Ters akıntıların yoğun olduğu Boğaziçi’ne de güven olmaz doğrusu! Çünkü Karadeniz’in girişinde çarpışan kayalar var. Şakası yok; çetin ve uzun bir yolculuk bu.

Haberin Devamı

Ama, Argo gemisinin kahramanları da sıradan değil hiç: Elli beş kürekçi.

Dümende Tiphys… İdmon, Amphiaraos, Mophos ise elli beş kürekçi içindeki bilgeler. Hani günümüzde şu bizim pek itibar etmediğimiz öngörülü bilgeler var ya onlardan! Bir de Orpheus!.. Tabii ki birileri de lir çalıp şarkılar söyleyecek, yolculuğun keyifli geçmesi için... Üstelik, aylarca sürecek olan netameli bir yolculuk bu!

Bu yolculukta güçlü biri de olmalı. Tanrı Herakles’in o yenilmez kollarına itirazınız olmaz sanırım: Doğanın karşısındaki yenilmez güç Herakles.

O da gemide… Acaba, bu yarı karanlıkta, yağmur altında Boğaziçi’nden geçen Argo gemicilerinin kürek sesleri duyulabilir mi?

Haberin Devamı

İşin tuhafı, efsanede sözü edilen ters akıntıların biri Arnavutköy Burnu.
Öteki Sarayburnu!.. Ne garip, bugünde tehlikeli her iki burun…
Anlatmaya çalıştıklarıma bak! Sözde Boğaziçi’nden dem vuracaktım.
Ama Boğaziçi sazlıktan geçen bir dere değil ki! Üstelik ben Evliya Çelebi de değilim. Sabır biraz…

     Aklım, gördüklerimde. Gök gürleyip, yavaş yavaş, yerini aydınlık bulutlara bırakırken ilk müjdeyi, serçeler veriyor; küçücük sesleri ile. Ardından, kanatları ıslanmış güvercin çırpınışları ve kumru sesleri. Tabii ki gökyüzü ve Boğaziçi onlardan sorulur: Yani, martılardan…
Gün aydınlanırken, koyu gölgenin içinden çıkıp uzun kanatları ile lacivertten mavi sulara paralel süzülen martılar bir de yakamozlara caka satmazlar mı? İşte buna illet olup kıskanan tek varlık var Boğaziçi’nde: Kargalar…

Haberin Devamı

     Hayal ettiklerimi alıp götürüyor kargalar… Olsun! Onlar, hayatın durak yerlerinde konaklıyorlar: Yüksek kayalarda, ağaç dallarında ve damlarda… Hiçbir karanlık, onların karanlığı kadar sevimli olamaz. Onlar, tuzlu sularla yıkanıyorlar da ondan. Karabataklar gibi. Söz aramızda, kargaları bir de Boğaziçi’nde yavrularını uçmaya alıştırırken görmelisiniz!
     Her şeyi anladık, tamam! Kargalar duymasın sakın: Martı İstanbul’dur…

BOĞAZİÇİ’NİN RENGİ

/images/100/0x0/55eadb9ef018fbb8f89b2c59

     Her kentin bir tarihsel öyküsü, doğası ve albenisi var ama destan yazarları ve şairler, çalgıcılar, tiyatrocular öyle kolay kolay her kenti beğenmezler. Çünkü o kentten tat alırlarsa şevke gelirler de ondan.
Umarım biliyorsunuzdur: Romalılar kent kurarken, önce havasına, suyuna bakarlarmış: Yerleşmeden önce, o bölgede yaşayan büyük baş hayvanları kesip, ciğerlerini incelerlermiş önce: Akça pakça mı, sağlıklı mı diye. Yani, her çağda bir ya da birkaç yalancıya ihtiyacımız var: MÖ 90-20’li yıllarda yaşamış olan mimar Vitrivius ise benim yalancım! O günleri Vitrivius, aktardığım gibi anlatıyor.
Şimdilerde de öyle değil mi?  Kent kurarken ya da kurulmuş kente çöğdürürken,  neleri kurban ettiğimizden belli değil mi?

Haberin Devamı

    Kentin kimliğini, sular, ağaçlar, bulutlar, kuşlar, kelebekler, arılar oluşturur. Denizi, toprağı, sevdası, güvercini, yeşili, çiçeği ve boylu boyunca mavisi, beyazı, kırmızısı, sarısı, erguvanı da vardır işin içinde. Gecesi gündüzü de. Kentteki karanlığın aydınlığa nasıl kavuştuğu da çok çok önemli! Söylenceler ise, işin peteği, balı.
Manolyası, lalesi, gülü, nilüfer çiçeğinin yanı sıra çınarı, servisi, defnesi demeyi de unutmayalım. Kent, aydınlık olabilir ama içimiz karanlıktır!

Doğru dürüst bir kent bu karanlığı, aydınlığa çevirebilir.

     Şairler ve keyif erbabı önce sulara ve sonra bunların her birine bakıp dokunurlar. Sonra o kenti yazar ya da anlatırlar. Sonunda o kent onlarla anılır olur.

     Şiirlere, öykülere, romanlara, masallara, şarkılara konu olan bu kent,
artık paçayı sıyırmış demektir. “Bir medeniyetten öbürüne geçerken, yahut düpedüz yaşarken kaybolan şeylerin yanı başında zamana hükmeden gerçek saltanatlar da vardır. Bir kültürün asıl şerefli tarafı da onlar vasıtasıyla ruhlara değişik renklerini giydirmesidir…. İstanbul her süsün, her kumaşın kendine yaraştığı ayrı ayrı hususiyetlerini açtığı o cömert yaratılışlı güzellere benzer. Onlar İstanbul’u iyi bir elmas yontucusunun eline geçmiş bir mücevher gibi işlediler,” diyor Ahmet Hamdi Tanpınar.

İşte Boğaziçi’nin ele avuca sığmaz rengi.

İstanbul ve Boğaziçi, mücevherciden çıkmayanların değil, elmas yontucusu ustaların yüzü suyu hürmetine ayaktadır.

    İsa’ya son akşam yemeğinde ihanet eden havarilerinden Yuda, kendini erguvan ağacına asarak intihar etmiştir. Ölüm için ne güzel bir yer!..Yani baharla birlikte, yaprağa değil doğrudan çiçeğe duran erguvan ağacı Boğaziçi’nin rengi ve simgesidir ama Yuda ağacı olarak da anılır: Kızıl ve mor arası renginin kana benzediğinden belki.
Erguvan ya da mor diyelim, Bizans’ta İmparator ve İmparatoriçe’nin de simgesidir…

     Minyatür ve bezeme sanatını genç kuşaklara aşılayan, İstanbul ve Boğaziçi sevdalısı Prof. Dr. Süheyl Ünver, Boğaziçi’ne adım attığı gün, çevresindekiler erguvanların Boğaziçi’nde açtığına hükmederlerdi ve doğruydu. Bunun da yalancısı benim!

     “Sevgilimin mavi gözleri gibi akarsın ey Boğaziçi,” diye bir şiir yazsam,
bir tokat gibi kapatır mısınız yazılanları? Boğaziçi her rengi kaldırmadığı gibi her şiiri de kaldırmaz. Orası, burası yırtılarak kondurulan mimari ve cazgır sesleri de. Tabii ki serçelerin, güvercinlerin, kumruların, bülbüllerin ve kargaların dışında…

     Ah, ah tam dalgınlığınızı Boğaziçi’nde demlerken o teknelere yan yana, üst üste doluşup, “hep birlikte haydaaa şıkıdım da şıkıdım, şıkkı da şıkıdım şık şık, aşağıdan, aşağıdan haydaaa” demiyorlar mı; zil ve  darbuka eşliğinde bir de göbecik? Utancımdan, Argo gemicileri Boğaziçi’nden geçerken lir çalan Orpheus’a söyleyemedim bir türlü, yutkundum, başına bir iş gelmesin diye!..

BOĞAZİÇİ’NİN SESİ

/images/100/0x0/55eadb9ef018fbb8f89b2c5b

     Şerif Muhittin Targan, Mesud Cemil ve yakın arkadaşı, bir zamanlar Şirketi Hayriye’de çalışmış olan, (yani, yandan çarklı, eski Boğaziçi vapurlarını anımsayalım) saz semaisi besteleri ile ünlü Bebekli tamburi Refik Talat Bey’e ise hiç söyleyemedim! Aşiyan’da oturup, aylı gecelerde  hülyalara dalan Tevfik Fikret ve heykelinin kuşları habire yok olan Orhan Veli’ye de, Yahya Kemal’e de söyleyemedim bir türlü. Attila İlhan dosta da. Bir başka dost, neyzen Niyazi Sayın’ı saymıyorum artık; Boğaziçi mehtabına değil, herzeliklere küskünlüğünden o da çekip gitti bir başka semte. Aydın Boysan ve Cahit Kayra dostlar, habire yazıyorlar. Onlar, gülüp geçiyorlar bu işlere: Hicvin incelikleri içinde. Sanki İstanbul ve Boğaziçi elden kaçacakmış gibi yaz ha yaz!
Boysan dost ile birlikte, Boğaziçi İstanbul’a akarken biz tersine akan nehir gibi, Yeniköy’e doğru demir ve dem alırdık!
Şakir Eczacıbaşı dost ise, bugünlerde boynunda fotoğraf makinesi ile Boğaziçi’nde gezinmiyor artık! Boğaziçi balıkçıları, kayıkçıları ona küskün biraz! Çekip giderken bize haber vermedi diye! Martılar da… Bir rivayete göre Şakir Abi o işi Ara Güler’e devretmiş!..

Kayra dostumla da, “Bebek”,  “İstanbul Mekanlar ve Zamanlar” ve kentin yokuşları ve merdivenleri kitabını yazıp televizyon programları yaparken, tintin mintin kenti dolaşıp keyfini çıkarırdık. Hep ara sokaklarda: Evler, balkonlar, pencereler, sokaklar, ağaçlar, sokak adları, kediler, çiçekler ve birdenbire sokağın, merdivenlerin Boğaziçi’ne açıldığı görkemli coğrafyanın keyfidir bu kaçışlar.

     Boğaziçi’nde gezintiye çıkmanın bir yöntemi yok. Yeter ki kendinizi Boğaziçi’ne atın. Bir otobüs durağı da olabilir, vapurların artık uğramadığı bir vapur iskelesi de. Önce seyreyleyin görebildiğiniz her şeyi. Sonra tuzlu suyu içinize çekin. Suyun sesine kulak verin ve sonra anlamsızca yürümeye başlayın kıyısında.
“İnsanların yaşamı ütopyalar yaratan ve  sürdüren arayışlarla geçiyor.  Bu tür ütopyalar Bebek’te yaşanmış ve insanlar burada da bu tür arayışlarla dünyadaki varlıklarına yanıt bulmaya çalışmışlar” diyor sevgili Kayra.
Reşat Ekrem Koçu ise, “ İstanbul’da yazın plajlarda denize girme Cumhuriyet devrinde, kadınlarda örtü kalktıktan sonra başladı. Büyük şehrin bütün sahil boylarında olduğu gibi Boğaziçi’nde de hususi yalı deniz hamamlarından başka erkekler ve kadınlar için umumi deniz hamamları kurulu idi ki bunlardan iki tanesi de Bebek Koyu’nda idi ve fevkalâde temizlikleri ile meşhurdu” diyor. Demiş, miş. O zaman ne zaman mış, mış?.. Günümüze tanık olunca, gel de inanın R. E. Koçu’ya!..

     MS.  I’inci ya da 2’inci yüzyılda yaşadığı sanılan Dionysos Byzantios, “Boğaziçi’nde Gezinti”sinde Arnavutköy Burnu için not düşmüş: ”Gemiciler genelde gemilerine halat bağlayıp, büyük bir hızla akan ve  büyük bir karşı güç oluşturan akıntıya karşı gemiyi karadan halatlarla çekerlerdi.”  Bugün de hızını kesmiş değil ters akıntılar. İnanmayacaksınız ama yengeçler bu konuda haklı. Yüzyıllar önce bir adak yeri olan ve yılda 25-30 ton çileğin yetiştirildiği bu semtin akıntı burnuna gelmeden önce karaya çıkıyorlar, Akıntıburnu’nu geçtikten sonra, Arnavutköy girintisinde tekrar suya atlıyorlar. Tanığım. Tıpkı, 17’inci yüzyıl tarihçisi İnciciyan gibi…

     Ne yakıştırırsak yakıştıralım Boğaziçi, öyle ele avuca gelecek gibi değil. Açık yürekli bir labirent nasıl olabilirse öyle!  Her düş bir gerçeği yansıtır. Gerçek olmayan ise, kendimiz yani yaşarken sakladıklarımız… Boğaziçi, olağanüstü doğası ile saltanatını sürdürüyor; ister katılın isterse katılmayın bu gezgin yüreğe.
E, kolay değil bir yanı Karadeniz, ötekisi Marmara ve Ege Denizi’ne açılan tuzlu sular. Görünmeyen dip sular ise biri bin para!..

Peki, bunca gevezelik sonrası, hâlâ Boğaziçi’ni adlandıramamanın ve bir gezgin için pek gündemde olan “yol haritası”nın verilemeyişine ne dersiniz? Bir kez daha hatırlatalım!
Bence, Boğaziçi’nin ucundaki Telli Baba’ya gidin. Hem Boğaziçi’ni dolaşmış olursunuz hem de belki kısmetiniz açılır!..

BÜYÜNÜN KAHRAMANLARI

/images/100/0x0/55eadb9ef018fbb8f89b2c5d

     Bu büyünün bir tanımı yok. Boğaziçi’ne yüreğinizle bakarsanız tat alabilirsiniz. Bakmak ile görmektir farklı olan. Bu tuzlu suyun gönlü öylesine dolu ki; yapılacak tek şey Boğaziçi’nin her hangi bir kıyısında durup seyreyleyin görebildiğiniz her şeyi:  Bir kez daha hatırlatmış olayım… Ve öyle yola koyulun. Ama tek bir kural var: Tersine yola koyulun. Günübirlik yolculuk yapanların tersine. Yani kalabalıklardan kaçın önce.

     Hadi!.. Alınganlık yapmayın, o denli bencil olmayayım. Bir seçenek olur mu bilmem ama; sayıları tüketilmiş vapurlardan birini Eminönü’nde, denk getirmeye çalışın (motorların keyfi yok).  Yaz günü, hele yağmurlu bir yaz günüyse, açık kısmının korunaklı köşesine geçip oturun. Önce martıları uzun uzun izleyin. Onlar da sizin peşinize takılacaklardır. Biri bırakıp öteki nöbeti devr alacaktır. Tanımakta güçlük çekmezseniz martılardan birini sahiplenebilirsiniz.
Uzaktan Kız Kulesi, Mimar Sinan’ın bir mürekkep hokkası gibi yerleştirdiği Şemsi Paşa Camisi’nin çevresine bakmamaya çalışın.

     Sonra, sonrası masal. Üsküdar İskelesi’nden sonra… Evet,  iç içe öyküler, yaşamlar, destanlar. Bu gezinti de hüzün ve saltanat yan yanadır.
Bir zamanlardaki adı Fethi Ahmet Paşa yalısı. Sonra Mocanlar. Sonra!.. İngiltere kraliçesinin taç giyme töreninde koskoca Osmanlı devletini temsil etmiş paşanın yalısı. Sonra, Nazım Hikmet öyküleri, havuzlu bahçesinde heykeller ve sonra, yalıyı tutan eliböğründelerin altındaki pencerelerine dalgaların vurduğu küçük oda.
Sonra Kuzguncuk İskelesi, Madam Agavni Yalısı, Hafız Ahmet Paşa ve Halil Haşim Bey yalıları, yalılar, yalılar!.. Beylerbeyi Sarayı’na gelmeden
her bir yalının bahçesindekilerle selamlaşın. Birazdan Çengelköy İskelesi’nin kuytusunda Sadullah Paşa Yalısı’nda ağırlanacaksınız.

     Sadullah Paşa Yalısı, büyük bahçeli, aşı boyalı iki katlı bir yapıdır.
Üst salonu otağ gibidir. Öyküsü ise!... IV. Murad’ın  tahta çıkışıyla birlikte Paşa saraya çağrılır. Mabeyn baş katibi yapılmıştır. Edebiyata düşkündür. Kendi de şiir yazar. Vecihi Paşa’nın kızı Necibe Hanım’la evlidir. Ama Sadullah Paşa, Meşrutiyetçidir, gözden düşürülür; gönülden de. Berlin’e elçi atanır. II. Abdülhamit’in isteğiyle de sürekli elçi olarak Avrupa’da dolaşacaktır. Necibe Hanım, kocasının bir gün geriye döneceğine inanmaktadır. Paşanın ona armağan ettiği pembe yeldirmesini giyip, her gün onu avluda bekler. Yalnızlık, hasret, bekleyiş ve hüzün 1917 yılına kadar sürecektir. Paşanın Avrupa’da intihar ettiği fısıldanmaya başlar… Necibe Hanım buna inanmak istemez, her gün pembe giysisi ile paşasını beklemeye devam eder.
Evin varislerinden rahmetli Emel Esin Hanım anlatmıştı bana bütün bunları.

SEVDA TEPESİ ADINI DRAMATİK AŞK ÖYKÜSÜNDEN ALIR

     Evet!.. Martınız sizi bekliyorsa eğer, Kuleli Askeri Okulu, Edip Efendi Yalısı’nı ve Kandilli İskelesi’nden sonra 19’uncu yüzyıla ait Kont Ostrorog Yalısı’nı da görebilirsiniz. Kont, Osmanlı Adalet Nazırına danışmanlık yapar uzun bir süre.  Evde hep yerli ve yabancı konuklarını ağırlamıştır. P. Loti,  C. Farrêre, piyanist A. Cortot, G. Pompidou, kraliçe Margarethe bunlardan bir kaçı. Daha o günlerde kıymetini bilmediğimiz Arap dostlarımız zuhur eylememişti!
Kontun yalısında Piyer Loti’nin kaldığı odayı, büyük kütüphanesini de görmüştüm. Kontun ikinci eşi İşka gezdirmişti beni.  Kontun ailesi,  dedikodulara göre hiç sevmemişlerdi Bayan İşka’yı. Yeteri kadar soylu bulunmadığı söylenmişti. Ufak tefek ve güler yüzlüydü. Loti’nin odasına ise hiç dokunulmamıştı; çalışma masası, deri kaplı kitapları, kravatları duruyordu… Şimdi, kim bilir her biri hangi rüzgarda?

     Hemen yakınındaki ince uzun Kıbrıslılar Yalısı da Boğaziçi’ndeki bir başka acı öykünün izlerini taşır. Arkasındaki büyük koruluk Sevda Tepesi olarak anılmaktadır. Yalı sahiplerinden İstanbul çelebisi  Emin Dirvana’nın, sanırım 1987’de, üzgün bir ifade ile anlattığı Sevda Tepesi olayı, hüznün kaynağıdır.
Yıl 1931 yılları. Kandillili Valentino Vahit, Sefer Bey’in kızı Belkıs’a sevdalıdır. Vahit, Milli Mücadele’de Fransızlara karşı çıkmış bir komiserin oğludur. Sefer Bey, kızını soylu ve zengin birine vermek ister.
Bu onulmaz aşk, Boğaziçi’nin de hüznüdür aslında. Çünkü Belkıs ve Vahit
bir gün Kandilli sırtlarında buluşurlar her zamanki gibi. Belkıs’ın ailesi ise engellemeye çalışır bu buluşmayı. Vahit, yeni teğmen çıkmıştır. Çam, çınar ve erguvan ağaçları arasında iki el silah sesi duyulur. Boğaziçi’ndeki umutsuz sevdayı, doğanın sonsuzluğu beklemektedir. O gün bugün, arkadaşlarının adlandırdığı  “Sevda Tepesi”  Boğaziçi’nin anı defterine kaydedilmiştir.

Yıllar sonra, 1989’da yayınlanan “Bin Çeşit İstanbul ve Boğaziçi Yalıları” kitabım için bir mektup aldım. Kandillili, 77 yaşında ve Emin Dirvan’ın sınıf arkadaşı olduğunu yazan İhsan Ilgar’da gelmişti bu mektup. Bir başka gerçeğin kapısını aralıyordu. Belkıs’ın evlendirilmesi istenen soylu ve zengin kişinin Emin Dirvan olduğunu. Bu mektubu, önceki kitabımın türevi olan “Martıların İstanbulu”nda yayımladım.

PADİŞAHLAR, SULTANLAR, FERİKLER VE FERİK ELMALARI YAN YANA

     Evet! Boğaziçi’nin erguvan ağacı, aynı zaman da Yuda ağacıdır ama nice zenginliklerle de doludur. Su bir uygarlıksa, tarih de bir gezginin yaşam defteridir.
Bu uzun yol öylesine yüklüdür ki; Küçüksu Kasrı, Anadolu Hisarı, Göksu Deresi derken gün yeniden dönüverir ve Boğaziçi’nin en eski yalısı Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nın önüne geliveririz. Tam 310 yıllık bir yalı. Masal ve gerçek ile yüklüdür, tükenmiş, kadr’i bilinmemiş Amcazade Hüseyin Paşa’nın tarihi… Biraz ilerisinde de sarayın hekim başı Salih Efendi Yalısı, efendice bizi beklemektedir…

     Bakın, gevezeliğin sınırı yok! Küçüksu İskelesi’ni boşlamayalım.  Vapurdan inip bir çay da içebilirsiniz. Ya da “biraz sabır” derseniz kendinize, Kanlıca yoğurduyla da ağırlanabilirsiniz. Yolculuğumuz uzun. Artık, Boğaziçi iskelelerimiz ya iptal edildiğinden ya da lokantaya dönüştürüldüğünden, kalanların kıymetini bilelim, derim!..  Eczacı Ethem Pertev Yalısı, Hıdiv Kasrı, Beykoz ve Anadolukavağı’na haritadan da bakabilirsiniz! Boğaziçi’ne ayıracak bir başka gününüz, günleriniz de olmalı.

Evet burada yapılması gereken, Anadolukavağı’nda konaklamak. Yani balık ızgara yada tava. Anlaşılan o ki Anadolukavağı’ndan balık ekmek  sonrası bir motor ile karşıya geçmek de isteğe bağlı. Ben hiç teleşlanmadan küçük motorlu bir sandalı yeğlerdim. Biraz ıslanırsınız, balık üstüne iyi gelir. Burun buruna sudan korkmuyorsanız eğer!
Rumeli Yakası mı?  Ayrı bir curcuna tabii… Salah Birsel’e göre “Boğaziçi şıngır mıngır” ama bir de tekerlemesi vardır.
“Padişahlar, sultanlar, şehzadeler, sadrazamlar, damadı-ı şehriyariler, vezirler, ferikler, ferik elmaları sıra sıra dizilip Boğaz’ı seyreder. Onlar seyreder, halk da onların seyrini seyreder… Haydi yallah Boğaziçi’ne”….

SARIYER’DEN BEŞİKTAŞ’A ŞİİRLER, ŞARKILAR

     Çırçır, Karakulak, Hünkar, Taşdelen, Sırmakeş suları, Tanpınar’ın dili ile büyülü bir kentin tılsımlı sularıydı. Mehtaplı geceleri gibi.

Ama Boğaziçi gecelerinin de hakkını verelim. Hele bir de yakamozlara takılıp kalmışsanız; “ İstanbul’da Boğaziçi’nde/ Bir fakir Orhan Veli’yim / Veli’nin oğluyum / Tarifsiz kederler içinde.”

      Her şey iyi de bu “keder” neyin nesi? Efendim, Boğaziçi suları ve geceleri hüzünlendirir insanı. Adamı şair yapar! Erişemediklerini aklına getirir. Rumelikavağı, Sarıyer, Büyükdere, Kireçburnu, Tarabya ve Yeniköy yolculuğu, Anadolu kıyısından farklı bir coğrafyadır.
Bir başka gün için ayırdığınız bu yolculuklarda elbette çaydı, balıktı, muhallebiydi gibi durak yerleri olacaktır. Ama en zoru, başkasına “şuraya gidin ve bunları yapın” buyurmasıdır.

Sarıyer, Tarabya, Yeniköy, Arnavutköy balık duraklarıdır; Emirgan çınar altı da çay. Ama siz parlak vitrinlere değil de tablasında balık sunanları yeğlerseniz. Her keseye göre balık vardır. Çayı saymıyorum artık!
 Benim geçerken uğradığım, durak yerleri Büyükdere, Yeniköy ve Arnavutköy’ün kıyı kahveleri ve dem yerleri… Nedeni,
yollarında sürterken bakınmak, ara sokaklarına girmek, bir ahşap yapıda manolya ve erguvan ağacında takılı kalmak, salaş ama taze çimlenmekten ibarettir. Kaçabildiğimce kalabalıklardan kaçmanın yollarını ararım o kadar. Bir de Boğaziçi’nin kimliğini oluşturanlar vardır, mekan olarak. Ağaçlar arasında Alman, Avusturya, Fransız, İtalyan, Rus, İspanyol  elçiliklerinin yazlık konutları, Huber Köşkü, Şehzade Burhanettin Efendi, Recaizade Ekrem Bey, Ahmet Afif Paşa ve Emirgan’da Şerifler yalıları gibi… Tek önerim, başınıza buyruk ama şiirlerle dolaşın. Biraz işe ciddi takılalım derseniz,  benim de katkım olan National Geographic’nin Boğaziçi için çıkardığı kültür haritasıdır. Dümbeleksiz bir yol arkadaşıdır.

     Güvercinler, erguvanlar, martılar. Lale, sümbül, sardunya ve manolyalar… Onlar bu kentin sahipleri.
Emirgan ve Yıldız Parkı da (bakın bir tek buna salık veririm) sevdalıların kuş sesleri arasında bir çift laf edeceği çok önemli doğa parçasıdır. Yalnız bir şartım var: Şiir yazmamak kaydıyla!..
Beşiktaş ve Ortaköy ise tabii ki yazarı, çizeri ile gezilmelidir. Ahmet Rasim’e takılırsanız, “Tayos Efendi, Kanuni Şemsi, Tanburi Yuvakim’i” ararsınız. Ona göre “gazino sahibi derme çatma sazlara iltifat etmezmiş.”

    Gizemli Behçet Necatigil’in saraylar semti Beşiktaş ise kalabalıklar arasında başka bir kuytuluktur. Onunla birlikte gezerseniz, saraylara değil ama edebiyata bağlanıp, iflah olmaz aşkın riskini de ömür boyu yüreğinizde taşırsınız!

     Kör Kedi Sokağı, Dolaplı Kuyu Sokağı, Dubaracı Sokağı, Bakkal Sokağı, Kara Kavak Sokağı, Beyaz Gül Sokağı, Eğlence Sokağı gibi sokak adları da Boğaziçi’ndedir. Çünkü kentin coğrafyası, sokak ve ev arasındaki destandır. Düş ve gerçeğin masalıdır. Hele bir de Boğaziçi’nin sularında geziniyorsanız…

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!