Senin baban efsanevi bir matkaptı yavrum...

Ha kırık bir diş, ha bir amalgam dolgu: İkisi de sağlıksız bir bünyeye işaret eder. Kaç tane tanıdınız bilemiyorum ama mimarlar, en az anneler kadar pimpirikli yaratıklardır.

Geçtiğimiz hafta gündemde olan, geyiğe had safhada meyyal bir konunun, tanıdığım mimarlar üzerinde kalıcı hasar yaratmış olduğundan neredeyse eminim. Hazindir, Cosmopolitan'a, Elele'ye falan konu olması gereken bir mevzu, savaş gündeminin en harlı manşeti olabiliyor bu aralar: ‘‘Neydi abi önemli olan? Boyut mu, işlev mi? Yoksa bir de kalınlık vardı, o mu? Ve T cetveliyle ne çizerdik biz? Bina mı, bünye mi?’’ Şehir miydi inşa ettiğimiz, insan mı? Hikayeyi duymuşsunuzdur: Kartal Özel Tip Cezaevi'nde yatan Kadriye Kübra Sevgi'nin hamile olduğu anlaşılınca Adalet Bakanlığı'ndan yollanan müfettişler tarafından bir soruşturma başlatıldı. Sonuçta, bitişik hücrede ‘ikamet eden’ Balkan kardeşler cinayeti sanığı Seylan Çördük'ün hücresiyle aralarında uzanan duvarda, çapı 10, boyuysa 20 cm'yi bulan bir delik keşfedildi. Bevliye uzmanının muayenesi sonucunda, birbirine aşık olan ve nikah kıymaya hazırlanan çiftin, bu minyatür tünel üzerinden çiftleşmesinin mümkün olabileceği kesinlik kazandı.

Zira; yumurtaya can veren güzel Allah'ım; o canı Kadriye'den elbette ki esirgemeyecekti! Bitişik hücrede yatan, dağlar-duvarlar delmeye muktedir Çördük'ün cinsel organının ereksiyon halinde, 25'ik bir boyut kazandığı devlet eliyle belgelendi. Buraya kadarı neredeyse bir Temel fıkrası, iyi, hoş, güzel... De... Bırakın, beş santimlik, daracık bir mesafede -ya da mahal mi deseydik?- üremenin nasıl gerçekleştiğini, o çocuğun durumunun ileride ne mene bir manzara arzedeceği şimdiye dek hiç konuşulmadı? Ne hikmetse, bizim içimizden, daha şimdiden çocuğa fena halde acımak geliyor. Bilirsiniz: Türk mimarlarının durumunda genelde acıklı bir yan yoktur fakat, dış cephesini gayet beğendiğiniz bir binanın içine girdiğinizde, mideniz kolaylıkla dönebilir. ‘‘Saldım çayıra, mevlam kayıra’’ deyişi, bu topraklara mahsus bir mimari terim değil midir? Sevgi ve Çördük'ten nasıl bir 'bina' çıkacak, şimdilik meçhul. Çelik konstrüksiyon, post-modern, neo-klasik?.. Peki ergenliğinde ona nasıl bir hikaye anlatılacaktır acaba? ‘‘Senin annen bir melekti yavrum’’ların pek mümkünatı olmadığına göre, belki şöyle bir şey: ‘‘Senin baban efsanevi bir matkaptı yavrum...’’


Hani sevişecektik?


Bugün yerkürenin farklı köşelerinde açılan pankartlarda; ‘‘Savaşma seviş!’’ yazıyorsa, bunu John Lennon'a borçluyuz malum. Lennon ki, konu 'Savaş ve Barış' ise en az Tolstoy kadar yetkin bir isimdir; kültürel mirasının varisi Yoko Ono, geçtiğimiz günlerde şöyle buyurdu: ‘‘Eminim, John bu savaşı engellerdi. Eminim öfkesi dışa vurur, Blair'i ve Bush'u; 'Bunları yapmak aptallık!' diye azarlardı.’’ Ya, keşke Lennon hayatta olsaydı, keşke 70'lerin ruhu baki kalsaydı, keşke teyzemiz, dayımız olsaydı... Petrol savaşlarının hüküm sürdüğü, magazin starlarımızın ciplerinin yaktığı benzinin miktarının tartışıldığı şu günlerde insan hakikaten Lennon'un sözlerini hatırlamadan edemiyor: ‘‘Eğer insanlar Tanrı'dan bir şey isterken, yeni bir televizyon yerine barış diliyor olsaydı, çoktan dünya barışına kavuşmuş olurduk!’’


Cici program


‘‘Zamanın doldu! Utanmalısın Bay Bush!’’ sözleriyle noktaladığı teşekkür konuşmasıyla, 75. Akademi Ödülleri'nin en radikal çıkışını yapan Michael Moore'un sarkastik soluğu, Benim Cici Silahım'ı çekmeden çok önceden beridir Bush'un ensesinde... Moore, Babıali Kültür Yayıncılığı tarafından 2002 Eylül'ünde Türkçe'ye kazandırılan ‘‘Aptal Beyaz Adam’’da, ‘‘kurgusal bir seçimle başa gelmiş kurgu bir başkan’’ı ve ABD'nin vahim gidişatını sorguluyor, 88Bush ile acımasız bir üslupla dalga geçiyordu. Moore'un kurgusuna göre, Bush'un olağan bir gününde, sabah programına buyrun: ‘08.00 Kalkar, hálá Beyaz Saray'da olup olmadığını kontrol eder. 08.30 Yatakta kahvaltı eder. Rumsfeld ona gazeteden burçları ve karikatürleri okur. 09.00 Cheney giyinmesine yardım etmek için uğrar, Yemen için durum değerlendirmesi yapar, dişlerini fırçalamasını hatırlatır. 09.30 Oval Ofis'e gider, sekreteriyle buluşur. 09.35 Oval Ofis'ten çıkıp Beyaz Saray'ın jimnastik salonuna gider. 11.00 Masaj ve pedikür. 12.00 Beyzbol komiseri Bud Selig ile öğle yemeği. Selig ona yönetim kadrosunda hálá açık yer olmadığını söyler. 13.00 Öğle uykusu...'' Günün geri kalanını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim ki müteakip ayların nasıl geliştiği, cümlemizin malumu...


Neydi?!

Tamam, anladık; güzel, sürmeli, enteresan gözleri ve parapsikolojiye merakı var. Yine de İpek Tuzcuoğlu, şu enerji meselesinin cılkını mı çıkardı, yoksa bize mi öyle geliyor? Geçtiğimiz hafta 5. Ankara Moda Günleri'nde podyuma çıkan 'sürmeli Dicle'nin birebir beyanatıdır: ‘‘Çok heyecanlıyım. Gelinlik giymek evlenme enerjisi hissettirdi. O anda evlenmek istedim.’’ Tuzcuoğlu -ki zaten taze boşanmıştır- bundan birkaç ay önce de cesaret isteyen bir rol olarak değerlendirildiği için, bir lezbiyeni canlandırmak istediğini söylemişti. Enerji mi kovalıyor, poz mu, cinsel tercih mi, anlayamadık...


Kekeme geveze

Size de memleket sınırları dahilinde Hülya Avşar ile kavgaya tutuşmamış bir kendiniz kalmışsınız gibi geliyor mu? Yasemin Bozkurt'un telesekreterine bıraktığı külhanbeyi üsluplu mesajın yarattığı infial daha dinmeden, bu kez de Duygu Asena ile arasındaki pehlivan tefrikasına dönüşmüş kavgaya kulak kabartıyoruz. Avşar, muhtelif kavramların, tahinle pekmez misali, üstelik alákasız bir şekilde birbirine karıştığı belagatından, kendisi bir şey anlayabiliyor mu, ne mene kavramlarla göbek attığından haberi var mı; cidden merak ediyoruz: ‘‘Kendi başına gelen marjinal olayları kitap yapmak pek kültüre girmez ama bölücülüğe girer.’’ Bölücülük?!.


Kop gitsin

Mustafa Sandal'ı bir bireyden ziyade, belki de bir ruh háli olarak algılamak lázım. Sandal, pek sevdiği tabirle, YIKILIYO bu aralar; savaşmış, ekonomik krizmiş, küresel ısınmaymış, şuymuş, buymuş, vız gelip tırıs giderken, sıyırmıyor bile kendilerini... O hep bildiğiniz gibi... Allah nazarlardan saklasın, cıva gibi, zıpkın gibi, teşbihte hata olmaz, Sandoz baloncuğu gibi... 9. Kral TV Video Müzik Ödülleri'nde, En İyi Erkek Pop Sanatçısı dalında ödül alan ve 19 Nisan'da, Paris'in ünlü Olympia'sında konser vermeye hazırlanan Musti bu kasvetli ‘‘savaş mavaş’’ döneminde moralleri dik tutabilmenin formülünü Zaga'da, programa telefonla katılan genç bir hayranının sorusunu yanıtlarken ifşa etti: ‘‘Ya, kanallarda falan seyrediyor musun; sirenler çalıyor, bir şeyler oluyor hani? Seyretme yani; çok fena!.. İnsanın moralini bozuyor.’’ Ne yapıyormuşuz? Öyle savaşa mavaşa, sirene mirene kafayı takmıyormuşuz. Koyuyormuşuz teybe ödüllü bir Sandal sefası, ya da açıyormuşuz Kral TV'yi, kop-kop-kopuyormuşuz!..
Yazarın Tüm Yazıları