Seçim fırsatımız

PAZAR günkü seçim sonuçları yalnız Almanya’yı belirsizliğe sürüklemedi.

Bir bütün olarak Avrupa’yı da sürükledi.

Daha doğrusu, Federal Cumhuriyet’te ortaya çıkan tablo, AB’de zaten hanidir süren ve özellikle de Fransa ve Hollanda’nın Topluluk Anayasası’na ‘hayır’ demesiyle zirveye ulaşan ‘kıtasal belirsizliğin’ kısa-orta vadede ‘netleşebilmesi’ şansını ortadan kaldırdı.

Başka bir deyişle, Berlin’de kim iktidar olursa olsun; hatta dün spekülasyon olarak gündeme gelen ve Schröder ve Merkel’in kabinede yer almayacağı bir ‘büyük koalisyon’ varsayımı fiiliyata geçsin, yukarıdaki ‘muğlaklık olgusu’ esas itibariyle değişmeyecektir.

* * *

DEĞİŞMEYECEKTİR, çünkü her şeyden önce, zaten epeydir ‘teklemekte’ olan Fransa-Almanya motorunun tekrar ivme kazanabilmesi şimdilik çok zor gözüküyor.

Şüphesiz, Paris’in kalbe kuvvet misali hemen yaptığı ‘Berlin’deki hükümet bizim ‘kutsal ikili’mizin eşgüdümünü değiştirmez’ açıklamaları kısmi bir doğruluk payı içeriyor.

Fakat yine de ‘iyimserliği’ izafileştirmek ve ihtiyat çıtasını yükseltmek gerekir.

Zira, koalisyon programı ‘Alaman işi’ sağlam kazığa bağlansa bile, ne CDU/CSU-SPD eksenli bir iktidar, ne de diğer bir alternatif, Schröder-Fischer hükümetinin sonsuz uyumlu yürüttüğü tür bir AB politikası geliştirebilir. Aynı dalga aynı frekansta tutturulamaz.

Kaldı ki, Berlin’deki belirsizlik, hiç tereddütsüz, uzun süredir belirsizliğin de ötesinde bir ‘bulanıklık’ yaşayan Fransa siyasetini mutlaka etkileyecektir.

Referandum ‘hayır’ıyla zaten büyük etki yitirmiş olan Paris’in, 2007 yılındaki başkanlık seçimlerine kadar AB bünyesinde ‘öne çıkması’ artık hemen hemen imkansızdır.

Dolayısıyla, genel Avrupa güzergahının şimdi Tony Blair’in serdümen mevkiinde bulunduğu bir ‘İngiliz rota’ya doğru kaydığını saptamak büyük yanlış oluşturmuyor.

Üstelik, gerek Angela Merkel’in, gerekse Gerhard Schröder’in seçimler öncesinde aynı İngiltere’ye yakınlaştığı düşünülürse, geleneksel Ren-Sen nehirleri havzasındaki Yaşlı Kıta çekim merkezinin şimdi Manş Denizi batısına yöneldiği daha da açıklık kazanıyor.

Peki, böylesine bir perspektif Türkiye açısından neler vadediyor?

* * *

KESTİRMEDEN söyleyeyim, iyi şeyler vadediyor!

İlkin, 3 Ekim günü başlaması artık ‘çantada keklik’ olan tam üyelik müzakereleri, hem bunların kendi dinamiğindeki ‘belirsizlikten’, hem de bizzat Avrupa’nın içinde bulunduğu diğer belirsizlikten ötürü, epey süre ‘durağan’ seyir izleyecek. En azından, 2007 Fransa seçimleri ertesinde Paris’in ‘oturacağı’ döneme kadar ‘alarga’da gidecek.

Ancak tabii ki, bu seyir sırasında bile ‘kavga gürültü’ kopması mukadderdir.

Her iki olguyu da olağan saymak ve ‘hayati nokta’nın masaya oturmak olduğunu hiç unutmadan; dolayısıyla, pireye kızıp yorganı yakmadan, ‘uzun, ince yolda’ sebat gerekiyor.

Bu, işin ‘pratik’teki ve ‘kısa vadeli’ boyutunu oluşturuyor.

* * *

ORTA-uzun vadede ise durum daha da iyidir!

Federal kimlikli eski ‘Avrupa ütopyası’nın artık gerilerde kaldığı ve gelecekteki AB’nin, Londra tarafından daima savunulmuş türden elastiki bir yapıya doğru kavis çizdiği düşünülürse, böyle bir gelişme Ankara’nın olumlu hanesine yazılacaktır.

Fiili üyelikten ziyade bizzat üyelik sürecini ülkemiz için ‘esas dinamik’ addeden bu satırlar yazarının yıllardır vurguladığı gibi, ‘esnek’ bir Topluluk’la eklemleşmek, Türkiye için her bakımdan, katı ve kuralcı bir Avrupa’yla bütünleşmekten çok daha kolay olacaktır.

Ve dediğim gibi de, Almanya seçimlerinin sonucu dahil, ‘gidişat’ o doğrultudadır.

Fırsatı değerlendirmek ise artık yalnız kendi irademize ve kendi ustalığımıza kalmıştır.
Yazarın Tüm Yazıları