GeriSeyahat Şavşat’ın pırlantaları
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Şavşat’ın pırlantaları

Şavşat’ın pırlantaları

Arvin merkezindeki bir otelin lobisinde görmüştüm Karagöl’ün fotoğrafını. Ladin ağaçlarıyla çevrili görkemli bir ormanın ortasında elmas gibi parlıyordu. Zamanım yoktu, Trabzon’a dönmem gerekiyordu. Ertesi yıl, bu fotoğrafın peşine düştüm. İstanbul’un ağustos sıcağında kavrulduğu günlerde, kuş uçumu 1100 kilometre ötedeki Karagöl’e gittim.

Karagöl Milli Parkı’ndaki pansiyonda kalıp, dört gün farklı rotalardan yürüdüm. Dağ çileklerini tattım, küçük dağ göllerinin pırıl pırıl sularında yüzdüm, dev kartalların vadilerde süzülmesini seyrettim, şehir yorgunu gözlerimi ormanın, gölün yeşiliyle yıkadım.

Yalnızçam Dağları’nı ilk kez, yaz sıcağından kaçmak için çıktığım Doğu Karadeniz kültür turu sırasında görmüştüm. Şavşat’ın tozlu sokaklarının ardında yükselen zirveler Alp Dağları’nı andırıyordu. Bir yıl sonra yine sıcak bir günde indim ilçeye. 23 kilometre ilerideki milli parka toplu ulaşım aracı yoktu. Bir minibüsçüyle anlaştım. Çarşıdan meyve ve erzak alıp yola düştüm.
1980 model Ford minibüs ağaçlarla çevrili, virajlı, bakımlı yoldan dans eder gibi tırmanıyordu. 1100 metreden, 1600 metre irtifaya tırmanacaktık. Hava açıktı. Ağaç denizinin ardındaki dağlar tüm güzelliğiyle görülüyordu. Milli parkın kapısından geçip, sazlıkların arasından Karagöl’ü ilk kez gördüğüm anı unutamıyorum. Fotoğraftakinden de güzeldi. İki katlı, küçük bir bina vardı kıyısında. Pansiyon olarak kullanılıyordu. Ormancılarla selamlaşıp odama yerleştim. Gölün çevresinde keşif yürüyüşüne çıktım.
DAMAĞIMDA ÇİLEK FIRTINASI
Gölün çevresi yaklaşık bir kilometreydi. Kuzey kıyısından stabilize yol geçiyordu. Güney kıyısında ise boydan boya patika uzanıyordu. Girişte, çimleri biçilmiş bölgeye ağaçtan, şık piknik masaları, bankları yapılmıştı. Gölün doğusundaki çayır ise çim kayağı için düzenlenmişti. Sazlıklardaki kurbağaların şarkıları eşliğinde yürüyüşümü tamamladım. Tekrar ormancılarla sohbete oturdum, park sahası hakkında bilgi aldım. Gölün en derin yeri 30 metreydi. İçinde aynalı ve kaya sazanı, bazı akvaryum balıkları yaşıyordu, balık avlamak yasak, yüzmek serbestti. Park alanında pek çok hayvan doğal yaşam ortamında gözlemlenebiliyordu: Sonbahardaki kuş göçü sırasında dev kartalların yanı sıra, doğanlar, atmacalar, yıl boyunca tilki, ayı, çevredeki derelerde, göllerde kırmızı pullu alabalık... Gece, ışık kirliliğinden uzak gölün üstüne yaklaşan, adeta elimi uzatsam dokunacakmışım hissini veren yıldızları seyrettim. Gökyüzü haritamı getirmeyi unuttuğum için, ne yazık ki yeni takımyıldız keşfedemedim.
Ertesi sabah ormancıların önerdiği rotadan ilk keşif turuma çıktım. Göl kıyısından kuzeye, tepelere doğru kıvrılarak çıkan yolun iki yanında boyu 20 metreyi bulan ladinler yükseliyordu. Yarım saat kadar yürüyüp, tarif edilen yerden doğuya saptım. Çevrede sadece ağaçkakanların gaga sesleri, kuşların ötüşü duyuluyordu. Yazın en sıcak günlerinde olmamıza karşın, sıcaklık 23-24 derece civarındaydı, sanki bahar yeni başlamış gibi çevrede rengarenk açmıştı. Golf sahasını andıran, çayırı biçilmiş genişçe bir alan çıktı önüme. Ortasında küçük ve çok güzel bir göl vardı. Oturup bir süre gölü seyrettim. Tekrar orman içinden geçip, bu kez ormanın içinde, uç uca eklenmiş dört futbol sahası genişliğinde bir koridora çıktım. Cinoban adı verilen alanın otları biçilmiş, balyalanmıştı. Etraf mis gibi kurumuş ot kokuyordu. Doğumda yemyeşil Meşeli Köyü Tepesi, arkasında, yaklaşık 10 kilometre uzakta Göze Dağı’nın (3167 metre) zirvesi görülüyordu. Önce orman yolundan, sonra bir patikadan tepeye tırmandım, çevredeki yayla evlerini, aşağıdaki yaklaşık 20 kilometrelik çukurluk alana yayılan Sahara Milli Parkı’nı seyrettim. Kocabey ve Meşeli köylerinin yaylalarıyla birlikte beş küçük yerleşim vardı parkın çevresinde. Toplam 900 kişi yaşıyordu bu köylerde. Söylenene bakılırsa, Meşeli’deki yerleşimin geçmişi MÖ 3000’e kadar uzanıyordu. Dürbinle baktığımda, Göze’nin eteklerindeki küçük göller dikkatimi çekti. Ertesi günün rotası belli olmuştu. Dönerken patikanın yanındaki dağ çilekleri dikkatimi çekti. Çileklerin izinden ormanın içine girdiğimde kendimi müthiş bir çilek tarlasında buldum. Fındık büyüklüğündeki çileklerin aroması öylesine yoğundu ki, bir tanesi bile damağımda fırtına yaratmaya yetiyordu.

Ormandaki göl zinciri

Karagöl’deki ikinci günümde, kuşuçumu 8 kilometre ilerideki Göze’nin eteklerine yürüyecektim. Sandviç, meyve ve mataramı çantama yerleştirip yola düştüm. Şansıma, pırıl pırıl bir gündü. Ormandan keyifle yürüyüp, bir saat sonra park dışına çıktım. Elimdeki krokiyi takip ederek, yaklaşık 2 bin metre irtifadaki çayırların içinden, kızıl çam topluluklarının arasından geçtim. Yukarıda Eski Kışlalar yaylası görünüyordu. Traktör yolunu takip etmek yerine çayırlarda yürümek müthiş zevkliydi. Bir ağaç grubundan ansızın çıktığım çayırda, çevreme bakarken hindi büyüklüğünde bir kuş gördüm. O anda kanatlarını açtı ve koşmaya başladı. Kanatlarının açıklığı iki metre vardı. Hayatımda ilk kez böylesine görkemli bir kartalla karşılaşıyordum. Fotoğraf makinemi çıkarana kadar uzaklaştı. Hayran hayran seyrettim aşağılara doğru süzülmesini.
Yayla evlerinde hiçbir hayat belirtisi yoktu. Anlaşılan, henüz havalar bu irtifaya çıkmayı gerektirecek kadar ısınmamıştı. Yürümeyi sürdürüp, tepeye düşmüş elması andıran masmavi, küçük bir göle geldim. Nadide alabalıklar yüzüyordu içinde. Kıyısına bir karavan park edilmişti. Silahlı bekçi nöbetteydi balıkları korumak için. (Milli Parklar Müdürlüğü, göl kıyısına bu yaz  şadırvan ve turizme yönelik bir kulübe yaptırdı. Artık gölde nöbetçi beklemiyor) Mayomu giyip, gölün kristal berraklığındaki suyunda yüzdüm. Soğuk su vücudumu dinçleştirmiş, tüm yorgunluğumu silmişti. Sandviçimi yedikten sonra tekrar yola düştüm. Balıklı Göl’ün arkasında iki göl daha vardı. Yükseldikçe aşağıdaki manzara güzelleşiyordu. Yaklaşık yarım saat sonra, dağın yamacında, ay çöreğini andıran bir göl çıktı karşıma. Yaklaşık 200 metre çapındaki göl, aşağıdakinden sığdı. 2200 metrede olmasına karşın, çevresinde ağaçlar vardı. Gölün sonundaki kısa patikayı tırmanıp üstteki platforma çıktığımda, çok daha küçük ve derin bir göle vardım. Suyunun rengi laciverte yakındı, seyretmeye doymak mümkün değildi.
Aklım fikrim Göze’nin zirvesinden göreceğim manzaradaydı: Altı küçük gölden oluşan Arsiyan Gölleri, Gürcistan, Ardahan’daki Boğa Gölü, kuşbakışı Artvin... Zirve yaklaşık 600 metre üstümde, patikalardan üç kilometre yürüyüş mesafesindeydi. Derin bir nefes alıp, döne dolaşa zirvenin batısındaki Büyükdüz’ün sırtlardan birine çıktım. Fakat hava bulutlanmış, Gürcistan yönü puslanmıştı. Yüzümü açık olan güneye döndüm. Kaçkar’a kadar geniş bir alan ayaklarımın altındaydı. Saat 15.00’e geliyordu, karanlığa kalmamak için dönüşe geçmenin zamanı gelmişti.
Dağa çıkarken sırtımı döndüğüm ormanlar, ahşap yayla evleri, küçük göller şimdi ayaklarımın altındaydı. Yükseklerde uçan bir kartal gibi hissettim kendimi. Dik eğimli çayırlardan aşağıya inerken hızlanıyor, kendimi koşarken buluyordum. Sanki kollarımı açsam havalanacaktım. İkindi vakti güneşin sarı ışıkları ladin ve kızılçamları, aralarındaki çayırları boyamış, sağıma soluma kartpostal manzaraları sıralanmıştı. Bu müthiş doğa parçasında, kulaklarımda rüzgarın sesiyle yapayalnızdım. Şehir yorgunu için bundan güzel terapi olamazdı.      
KİREMİTTE ALABALIK
Ormancı dostlarım ısrarla alabalık çiftliğine gitmemi, kiremitte tereyağlı balığın tadına mutlaka bakmamı söylüyordu. Üçüncü gün onların hatırına yola düştüm. Pınarlı’daki alabalık çiftliğine gittim. Yine ormanlardan, ağaçların arasındaki çayırlardan, saman balyalarının arasından geçtim. Yol boyunca bir kişi olsun çıkmadı karşıma. Pona Çiftliği’nde çalışanlarla sohbet ettim, alabalık yetiştirmenin inceliklerini öğrendim. Dönüşte Karagöl Alabalık Restoranı’na uğradım, akşam yemeğinde tereyağlı alabalığı tattım.
Önümde uzun bir yolculuk vardı. Son günümü dinlenerek geçirdim. Çayırlara uzanıp kitap okudum, çevrede yürüdüm. Ertesi sabah ormancıların yardımıyla, Meşeli’den Şavşat’a giden bir köylünün otomobiline bindim. Karagöl Sahara Milli Parkı’ndan ayrılmak kolay değildi. Daha Sahara Yaylası’nı bile görmemiştim...

ARTVİN’İN MİLLİ PARKLARI

Şavşat İlçesi sınırlarındaki Karagöl-Sahara bölgesi 1994’te milli park ilan edildi. Park, birbirine kuşuçumu 10 kilometre uzaklıktaki iki ayrı sahadan oluşuyor: 800 hektarlık Karagöl çevresi ve 2900 hektarlık Sahara Yaylası bölümü. Sahara ilçe merkezine karayoluyla 17, Karagöl 23 kilometre uzaklıkta. Her ikisi de ladin, göknar, çam ağaçlarıyla kaplı. Karagöl’de vadiler, Sahara’da geniş düzlükler bulunuyor. Kentin ikinci milli parkı Hatila Vadisi’nde. 16.9 bin hektar alana yayılan park Çoruh Nehri’nin ana kollarının birinin üstündeki 25 kilometrelik vadide yer alıyor. İl merkezinden uzaklığı 10 kilometre. Yer yer kaya duvarlarıyla kanyon özelliği taşıyan vadide 500 civarında farklı türde nadide bitki, yaban keçisi, tilki, ayı, kartal, atmaca, dağ horozu gibi çok sayıda canlıyı gözlemek mümkün. (www.artvin-cevreorman.gov.tr

False