Salonda kim kaldı?

Serdar TURGUT
Haberin Devamı

Bugünkü yazıma başlamadan önce hepinize ATQUE İNTER SİLVAS ACADEMİ QUAERERE VERUM diye seslenmek istiyorum.

Neden aniden ŞEYTAN filmindeki minik kızcağız gibi Latince konuşmaya başladığımı merak ediyorsanız onu da söyleyeyim. Ele alacağım konu ciddi bir yaklaşımı gerektiriyor.

Dolayısıyla ne anlama geldiğini tam olarak bilmesem de böyle ağır bir başlangıç yapmayı uygun buldum.

***

Abant'ta düzenlenen İslam ve Laiklik konulu toplantıda akademisyenler, siyasetçiler ve gazeteciler bir araya gelerek fikir mücadelesi içine girdiler.

Bu toplantı Türkiye'de demokrasinin gerçek anlamda olabilmesinin katiyen imkânsız olduğunu gösterdi.

Sonuç bildirgesine bakarsanız birtakım parlak laflar olduğunu görürsünüz.

Ancak toplantının önemi, ayrıntılarda gizli. Abant toplantısını kaleme alan muhabir arkadaşlarımız bence son yılların en parlak işlerinden birisini başarmışlar.

Şimdi bu haberden birkaç alıntı yapmak istiyorum:

- Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, ‘vahiy-hayat’ konusunu içeren maddenin bildiriden kaldırılmak istenmesi üzerine TOPLANTIYI TERK ETTİ.

- Kezban Hatemi, ortak metne imza koymayacağını belirterek SALONDAN AYRILDI.

- Namık Kemal Zeybek sonuç metnine ‘Devlet kutsal değildir, ideolojisi yoktur’ şeklindeki maddeyi koymanın gereksiz olduğunu söyledi. Çoğunluk maddenin konulmasını isteyince Namık Kemal Zeybek SALONU TERK ETTİ.

- Salonda bulunan FP Kurucu Genel Başkanı İsmail Alptekin ve Hatay Milletvekili Süleyman Metin Kalkan SALONDAN DIŞARIYA ÇIKTILAR.

***

Lafı daha fazla uzatmaya gerek yok. Olaya bilimsel gözle bakarsanız bu toplantıda SALONU TERK ETMEK eyleminin had safhaya vardığını görebilirsiniz. Bunu gördükten sonra tabii kafaya bir de şu önemli soru takılıyor:

Peki ama salonda herkes zincirleme bir terk etme eylemi içindeyken sonuç bildirgesini kim kaleme aldı?

Aktarılan bilgiye göre bu kadar terk etme sonucunda mutlaka boş olması gereken salondan bir sonuç bildirgesi çıkabilmesi mucize değil mi?

***

Sonuç bildirgesinin hemen hemen tamamen anlaşılmaz olması ve inanılmaz derecede uzun cümlelerden oluşması, bana salonda kimin ısrarla kalmayı sürdürdüğünün ipucunu verdi.

Hüseyin Hatemi salondan bir kez bile ayrılmamış anladığım kadarıyla.

Televizyon izliyorsanız Hüseyin Hatemi'yi de yakından tanırsınız.

Kendisi Televole dışında bütün programlara katılarak çeşitli konularda fikir bildirmektedir.

Hem de ne bildirmek, aklınız durur.

Hüseyin Bey'in kendisine özgü bir konuşma stili var. O konuşurken kendinizi bırakıp da onu ciddi bir şekilde dinlemeye başlarsanız kısa süre içinde dünya tarihinde yaşanan en sıkı hipnoz içine girmeniz kesindir.

‘‘Sucuklu yumurta isterim’’ lafı bile onun ağzından çıktığı anda, siz bu cümlenin hayatta o an duyulabilecek en önemli şey olduğunu sanıp birden hazır ola girmek ihtiyacını duyarsınız.

Hüseyin Hatemi'nin bir diğer özelliği de, sıradan insanların herhangi bir konuyu basit anlatıldığında kavrayabileceklerine güvenmemesidir.

Örneğin yukarda verdiğim ‘‘Sucuklu yumurta isterim’’ lafını o söyleyecekse eğer, meseleye tavuğun evriminden başlamakta, dipnot olarak tavuk mu yumurtadan yoksa yumurta mı tavuktan çıktı tartışmasına değinmekte, sonra dünya tavuk çeşitlerini bir bir saydıktan sonra, meseleyi yumurtaya getirmekte, dünya mutfaklarında çeşitli omlet hazırlama geleneklerini ayrı bir bildiri halinde sunup salmonella hastalığını da irdelemekte, yine paralel bir bilimsel söylemle sucuklara gelip, Kayseri'nin sosyal evrimini değerlendirmekte ve nihayet garsona ‘‘Sucuklu yumurta getir evladım' demektedir.

***

Bir kişisel dipnot da ben koyayım. Hüseyin Hatemi, Türkler'e bir şey anlatma konusunda uç bir örneği teşkil eder.

Diğer bir uç örnek de benim gazeteciliğe başlamam konusunda çok emeği geçen ve sadece bu nedenle basın tarihine adı kara harflerle yazılacak olan Mithat Sirmen'dir.

Hüseyin Hatemi nasıl Türkler'e bir şeyi olabildiğince detaylı anlatmaktan yanaysa, Mithat Sirmen de Türkler'e her şeyi olabildiğince kısa ve mümkün olduğunca fazla tekrarlayarak anlatmaktan yanadır.

Kendisinin acı deneyimlerine göre, bir şey en az dört kez tekrarlanmadığı takdirde karşı tarafın doğru yapması mümkün değildir.

Bu nedenle eskiden birlikte çalışırken Mithat Sirmen'in, ‘‘Madam La Fleur’’ diye çağırdığı Çiçek Hanım'dan çay istemesini bile seyretmek beni gazeteciliğe bağlayan önemli olaylardan biriydi. Mithat Sirmen ondan da çayı, bir yanlış yapılmasın diye tam dört kez tekrarlayarak isterdi.

Bu iki uç arasında Türkler'le konuşma konusunda bir başka ekol daha var.

Benim temsil ettiğim bu ekol, en iyi yolun onlarla konuşmayı tamamen kesmek olduğunu, çünkü konuşarak onları bir şeye ikna etmenin imkânsızlığını düşünmektedir.

Ama tabii bu tamamen başka yazı konusu olacak kadar derin bir filozofik olay. Bilmem anlatabiliyor muyum?

***

Benim kanaatime göre toplantının sonuç bildirgesini Hüseyin Hatemi ele aldı. Bir görüşe katılmadığı zaman salon terk edenlerle demokrasi olamayacağı gibi Hüseyin Hatemi'nin terk etmediği bir salondan da demokrasi çıkamaz.

Çünkü o demokrasiyi anlatmaya başlayınca, insanların kısa sürede bunalıma girip bir daha hayatlarında demokrasinin lafını bile duymak istemeyecekleri kesindir.













Yazarın Tüm Yazıları