Sağıma bakıyorum Atlas Okyanusu soluma bakıyorum Hint Okyanusu

Teleferiğe biniyoruz. İşte, şimdi yukarıda, kayalığın tepesindeyiz. Oradaki küçük düzlükten sonra, merdivenlerle bu kez en tepedeki fenere çıkıyoruz. Oooooo!..

Yeryüzünde görülebilecek en muhteşem manzaralardan biri!.. İki okyanusun dev kapışması!.. Rüzgar insanı denize fırlatacak gibi. Demir parmaklıklara tutunmadan durmak imkansız.

DALGALAR pençeleşiyor birbiriyle. Beyaz köpükler çıkartarak, birbiriyle cenkleşiyor. İki okyanus birbirine galebe çalmaya uğraşıyor. Milyon yılların bu kavgası işte şimdi karşımda sahne alıyor!..

Ümit Burnu... Atlas Okyanusu ile Hint Okyanusu’nun birleştiği bu muhteşem manzara... 4 Mart 2005, saat 16.00...

Okyanusların ikisinin birden karaya vurduğu yerde, yüz metreyi bulan yükseklikte kayalıklar, okyanuslara kafa tutmaya çalışıyor. Nafile!.. Milyon yıllardır okyanuslar kayaları delmeye uğraşıyor. Bunda belli bir başarı da kazanıyor. Çünkü, o muhteşem sivri kayalığın hemen yanı başında, karalar çoktan gedik veriyor.

İşte, hemen ileride bir koy. Onun ötesinde bir başka koy daha. Dalgalar bulduğu o boşluğu hálá dövmeye devam ediyor.

İnsan bu!.. Fırsatı yakalıyor. O koylarda, köpüren dalgaların ortasında, üç-dört metre yükseklikteki dalgalar sörf için çok uygun!.. Sörfler havada takla atıyor, ardından dalganın üzerine oturarak, rüzgara karşı tutunmaya çalışıyor.

*

CAPE TOWN’a gelip de, Ümit Burnu’na gitmemek var mı?.. Doğa bu hatayı affeder mi?..

Cape Town’dan bir minibüsle yola çıkıyoruz. Yaklaşık bir-bir buçuk saatlik yolda, önce Mandela’nın yattığı hapishanenin önünden geçiyoruz. Onun biraz ilerisinde Dr. Christian Barnard’ın dünyada kalp naklini ilk kez gerçekleştirdiği hastane. Ama, bizi asıl heyecanlandıran Ümit Burnu’na ulaşmak.

Doğa gitttikçe vahşileşiyor. Düzlükler geride kalıyor. Dağı tırmanıyoruz. Dağa paralel asfalt yol, kıvrıla kıvrıla bizi Ümit Burnu’na getiriyor. Aniden karşımızda Ümit Burnu.

*

GÜZEL, turistik bir yer. Aşağıda geniş bir alan var. Deniz seviyesinde...

Rüzgarla birlikte, parça parça kayalıklar denize direnme çabasında. Ama, biz hálá Atlas Okyanusu tarafındayız. Önümüzdeki dev iki kayalık, okyanusu yararcasına, bizi Hint Okyanusu’ndan ayırıyor.

Teleferiğe biniyoruz. İşte, şimdi yukarıda, kayalığın tepesindeyiz. Oradaki küçük düzlükten sonra, merdivenlerle bu kez en tepedeki fenere çıkıyoruz.

Oooooo!.. Yeryüzünde görülebilecek en muhteşem manzaralardan biri!.. İki okyanusun dev kapışması!.. Rüzgar insanı denize fırlatacak gibi. Demir parmaklıklara tutunmadan durmak imkansız.

Fenerin dibinde dünyanın ünlü kentlerinin yönünü gösteren işaretler. Pekin, New York, San Francisco, Tel Aviv, Paris, Roma okları.

İnsanın yarı beline kadar yükselen sağlam duvardan bir kemer. Aşağıya eğilip bakmak, yine imkansız. Rüzgarın insanı bir anda alaşağı etmesi işten değil.

*

DALGALARIN cenkleşmesini izlemek, seyrine doyumsuz bir keyif!.. Elime kağıdı kalemi alıyorum, o anda ne hissetiğimi sözcüklere dökmeye çalışıyorum. Rüzgar müthiş bir hızla beni sağa sola iterken, ben kendimden geçiyorum:

Özgürlük!.. Sonsuzluk!.. İnsan iradesi!..

Sağıma bakıyorum, Atlas Okyanusu!.. Soluma bakıyorum, Hint Okyanusu!.. Önümde uzanan sonsuzluk, ufukta dalgaları geride bırakıyor. Ömrümde kendimi hiç bu kadar özgür hissettiğimi anımsamıyorum. O sonsuzlukta ağır basan, insan iradesi.

Derken, nedenini hiç bilemeden, aklıma Nazım’ın dizeleri düşüyor:

‘Bu anda ne düşmek dalgalara,

bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.

Toprak, güneş ve ben...

Bahtiyarım...’

*

KENDİ kendime düşünüyorum, neden bu dizeler?.. Yüzlerce kez okuduğum, ezbere bildiğim bu dizelerin yazıldığı koşullar ve oradaki anlamı bana yabancı değil. Özgürlük özlemi fışkırıyor. Özgürlük aşılıyor. Ama, galiba ilk kez, bu dizeleri farklı algılıyorum. Bu dizelerin bana özgürlüğün yanı sıra, sonsuzluk aşıladığını hissediyorum. Bunun hálá nedenini sormak pek doğru değil, diye düşünüyorum. O anda, işte öyle algılıyorum.

Dalgalara bırakmak istiyorum kendimi... Köpükler arasından insan iradesiyle yeniden hayata dönmek ateşiyle kıvranıyorum. Doğaya üstün gelmek hırsına kapılıyorum. Ne mümkün!..

Okların gösterdiği, 6 bin 200 kilometre ilerde Güney Kutbu. Oraya ulaşmak isteği. Kim bilir, orada insanı hangi duygular kıskıvrak yakalıyor?..

Ama, acaba orada da bu sonsuzluk duygusu var mı?.. Bir kuş gibi hafifliyorum. Özgürlükle sonsuzluk çatışması, belki de birleşmesi, beni hiçbir biçimde dalgaların kapışmasından alıkoymuyor. O kapışma, beni sürekli kendine çekiyor. Bu manzara hiç bitmesin istiyorum.

*

FENERDEN aşağıya inerken, yine rüzgar, yine dalgaların onulmaz uğultusu. Aşağıda baboonlar var. Çevrede insan gibi dolaşıyorlar, aramızda. O maymunlar tehlikeli. Her yerde uyarı pankartları asılı. Yiyecek bekliyorlar. Hele de, oradaki kantinin önünde oturmuşlar, içeriden her çıkanı kontrol ediyorlar, birinin elinde yiyecek bir şey gördüler mi, onları tutmak imkansız. Bu nedenle hayli tehlikeli. Hatta, arabanın camı açıksa, içeri girip, yine yiyecek arıyorlar.

Dönüp dönüp arkama bakıyorum arabayla yavaş yavaş uzaklaşırken, bir kez daha özgürlük ve sonsuzlukla baş başa kalmak için.

Okyanuslar boğuşurken, şimdi onların yansıttığı sükuneti arıyorum.

KADINLARIN TAŞ MERAKININ PENGUEN VERSİYONU

Ümit Burnu geride kalırken, dağ yolları bu kez farklı bir yöne kıvrılıyor. Aynı gün, yani 4 Mart 2005 günü, güneş henüz batmamışken, bu kez Afrika Penguenleri Koyu.

Güney Afrika Deniz Kuvvetleri’nin üssünden geçiyoruz. Çevrede çok sayıda yazlık ev, otel, motel. Tam sayfiye yeri. Deniz burada çok daha sakin.

Yoldan denize inince, ileriden çığlıklar yükseliyor. Kuş sesleri gibi. Ama, değil. Onlar penguen!..

Kumsalda yüzlerce penguen. Genellikle çift çift dolaşıyor. Sıkışınca, diğerlerinden biraz uzaklaşıyor, kumu kazıyor, oturuyor, işi bitince kumu kapatıyor.

Bir bölümü denizde, çoğu kumsalda. Penguen aslında soğuk iklim hayvanı. Ama, bunlar Afrika’ya özgü, rüzgarlı iklimde yaşayan türleri.

Dişi penguenler çakıl taşı meraklısı. Üstüne düşen erkek penguen, dişisine bir çakıl taşı verdi mi, dişi, erkeği geri çevirmiyor. Bir çakıl taşına...

Bu, kadınlardaki taş merakının penguenlerdeki versiyonu!..

KİM KEŞFETTİ, DIAZ MI GAMA MI, YOKSA...

Keşifler Tarihi’ne göre, Ümit Burnu’nu ilk keşfeden Portekizli Bartholomew Diaz. 1488’de geliyor buraya. Ne yazık ki, gemileri kayalara çarparak, parçalanıyor. Mezarı orada.

Ardından yine Portekizli bir başka gemici, Vasco de Gama geliyor.

Bu bize Batı kaynaklarının öğretisi. Oysa, keşifler tarihi açıldıkça, ortaya farklı iddialar atılıyor. Örneğin, 1400’lerin hemen başında, Çin denizci Zheng He okyanusların fatihi gibi. Ümit Burnu’na geldiği, başka kaynaklarda yer alıyor.

1400’lere ne hacet!.. Ünlü tarihçi Heredot’a göre, 2200 yıl önce, Mısır Firavunu’nun desteğinde, Fenikeliler Kızıldeniz’den hareketle, tüm Afrika’yı geçiyor, Ümit Burnu’nu aşarak Doğu Akdeniz’e ulaşıyor. Tarihler Ümit Burnu keşfini farklı kaydediyor.
Yazarın Tüm Yazıları