Restorana gitmeden bu yazıyı okuyun

Bundan yıllar önce Riko ile girdiğimiz ve tahminimce Hürriyet Cuma’nın ‘En Pis 10 Restoran’ sıralaması yapması durumunda birinci olabilecek bir yerde, kıymetli biraderimizin ‘Kelle söğüş de isteyelim’ dediği anda yediğim bir şeyden dolayı hastaneye kaldırılabileceğimi düşünmüştüm.

Aslında hijyene meydan okuma konusunda pek çok deneyim yaşamış biri olarak o kelle söğüşten de ürkmemem gerekiyordu. Zaten yedik, o ayrı mevzu. Beni asıl endişelendiren, söğüş geldiğinde Riko’nun ‘Usta yemesek mi biz bunu?’ demesi olmuştu.

Her an Arena ekibinin basabileceği ve Uğur Dündar’ın serinkanlılığını kaybederek dükkan sahibine sille tokat girişebileceği seviyede pek çok mekanda bulundum.

Bir keresinde Topesto’yla kendi aramızda (çok affedersiniz) ‘Tenya Burger’ dediğimiz bir mekana gittik. Buzağının canı Adana ve ezme istedi.

O saatte hem Adana’nın hem de ezmenin şahını bulabileceğimiz yerler açık, yani böyle bir kendini imha etme girişiminde bulunmamıza gerek yok.

Fakat elemanın canı ‘orada’ yemek istedi.

Gittik oturduk ocağın başına. Ocaktaki eleman, elindeki üstüpü bezini multifonksiyonel bir şekilde algılıyor.

Tezgahı o bezle siliyor, şişleri o bezle temizliyor, kişisel cilt bakımını o bezle yapıyor vesaire.

Ben aklımı kaybetmediğimi kendime kanıtlamak istediğim için tavuk istedim. Topesto ‘Vaaaay, kırk tenya mı, 40 ünite salmonella mı ha?’ dedi.

Aklınca tavuğun da sağlıksız olacağını söylüyor ki; aklına güvenirim ama o anda reflekslerime güvenmeyi tercih ettim.

Neyse, bizim afacan Adana’yı yedikten sonra bastırsın diye acayip bir şeyler daha gönderdi işkembeye...

Sonra... Sonrası hazin bir hikayedir dostlarım (Böööö!). İki gün boyunca evden çıkamadı küçükbaş dostumuz tabii.

*

Benim yemek konusundaki bu maceraperest tavrım etrafımdakileri tedirgin edebiliyor tabii.

Türkiye’nin neredeyse bütün stadyumlarının önünde tıkınmış biriyim. (Meraklısı için hemen söyleyeyim, en güzel köfte/ekmek Denizli’de... Bolu’nun da simidini severim...)

Etrafımda oluşan tedirginlikten söz ediyorduk di mi? Diyarbakır’da maç çıkışı stat önündeki ciğerciden dürüm yaptırdığımı gören Coşkun Özarı ciddi manada şok geçirmiş, sonraki üç gün boyunca da arayıp ‘Evladım yaşıyorsun di mi?’ diye sormuştu mesela.

‘Abi, senin ısmarladığın şalgam olmasa herhalde sarsılırdım biraz. Sayende ayaktayım, sağol’ deyip rahatlattım Coşkun Abi’yi...

*

Şimdi huzurlu geçmesini planladığınız cumartesi gününüzü niye böyle hikayeler anlatarak mahvediyorum ben?..

Çünkü okuduğum bir kitap yüzünden dışarıda yemek yeme hadisesinden soğuma noktasına geldim ve aklım sürekli bu konuyla meşgul...

Kitabın adı Mutfak Sırları. New York’un tanınmış şeflerinden Anthony Bourdain yazmış, Oğlak Yayınları da bu kitabı Dost Körpe’nin çevirisiyle yayınlamış.

‘Aşçılık dünyasından mahrem maceralar’ alt başlığıyla yayınlanan kitapta Bourdain çok eğlenceli bir şekilde restoranların pek görmediğimiz kısmını, yani mutfağı anlatıyor.

Şeflerin biraz çatlak olduklarını bilirdim. Ama bu kadar acayip bir ortam olduğunu tahmin edemezdim.

Bourdain kitabını ‘Size restoran dünyasının gizli, karanlık köşelerinden... ‘Rom, oğlancılık ve kırbaç’ karışımında sarsılmaz bir düzeni ve sinir bozucu bir kaosu barındıran, yüzyıllardır süregelen askeri bir hiyerarşiye sahip bir alt kültürden söz etmek istiyorum...’ diye tanıtıyor.

292 sayfalık kitap su gibi okunuyor.

Ama okurken derin izler bırakıyor.

Mesela ben bundan böyle, pazartesi günleri asla deniz mahsullü bir şey sipariş etmeyeceğim restoranlarda. Hatta, ızgara lüfer gibi şeyler dışında deniz mahsulü yememeyi bile düşünebilirim. Çünkü Bourdain, deniz mahsullerinin cuma alındığını ve salıya kadar yeni malzeme alınmadığını, bunun yaratabileceği sorunları çok güzel anlatıyor.

Bourdain, pazartesi günleri ‘spesiyal’ denen yiyeceklerden uzak durmanızı, ‘Hollandaise’ soslu herhangi bir şeyi asla yememenizi de söylüyor; masanızdaki ekmeğin size özel kesildiğini düşünmenizin ne kadar enayice olduğunu hatırlatıyor filan falan...

*

Bu kitabı okuduktan sonra, bir daha hiçbir kuvvet beni Brunch’a götüremez. Çünkü diyor ki Bourdain ‘Brunch mönüsünün tercümesi şudur: 12 dolara pis ve iğrenç atıklarla iki yumurta, yanında da bedava bir Bloody Mary. Aşçılar Brunch’tan nefret eder. Akıllı bir şef en iyi aşçılarını cuma ve cumartesi geceleri kullanır. Onları pazar sabahı kullanmak istemez. Ne de olsa cumartesi gecesi muhtemelen iş çıkışında sızıncaya kadar içmişlerdir. Daha da kötüsü brunch yemekleri aşçıların moralini bozar. Brunch, ‘B’ sınıfı aşçıların cezası ya da işe yeni başlamış köylü bulaşıkçıların eğitimidir...’

Bourdain’in tavuk üzerine söylediklerini aktarıp bir daha asla tavuk sipariş etmemenize yol açmak istemem. Ama benim için olay bitmiştir.

Hoş bundan sonra soslu herhangi bir şey yiyebileceğimi sanmıyorum ya, neyse...

Bourdain bütün kötülükleri sıraladıktan sonra (Bir de midye yemeyin bence...) yine de risk alarak dışarıda yemek yemeyi sevdiğini söylüyor.

Kitap, tamamen mutfağın bir cehennem olduğundan söz eden bir çalışma değil.

Okuması zevkli, eğlenceli bir kitap...

Daha fazlasını merak eden alır okur. Bir de son not: Deniz mahsulü yiyecekseniz salı, çarşamba ve perşembe günlerini tercih edin...

Haydi afiyet olsun...
Yazarın Tüm Yazıları