Referandumun muhasebesi

RUMLAR, geçen cumartesi günü Kıbrıs’ta yapılan referanduma yüzde 96.5 gibi bir oranda katılıp, yüzde 75.8 gibi bir oranla ‘hayır’ diyerek, Türklerle uzlaşmaya ve adanın geleceğini paylaşmaya ne kadar kapalı durduklarını tüm dünyaya gösterdiler.

Rumların bu kuvvet derecesinde sergiledikleri ret tercihi karşısında şu soruya yanıt arayabiliriz:

Rumlar, salt taktik amaçlarla ‘evet’ oyu kullanmış olsalardı, Annan Planı’nın uygulamasında nasıl bir tabloyla karşılaşırdık?

Anlaşılıyor ki, plan kabul edilseydi, uygulama şansı çok zayıf olacaktı. Uygulamada çok kısa zaman içinde tarafların birbirlerine girmeleri şaşırtıcı olmayacaktı.

Anlaşmazlıklar muhtemelen daha projenin emekleme döneminde, federal organların oluşturulması aşamasında patlak verecekti.

Örneğin eşit temsilin olduğu Senato ya da Başkanlık Konseyi’nin karar alma mekanizmalarının işleyişinde her seferinde uyuşmazlık zaptı imzalanacaktı.

GARİP BİR PARADOKS

Rumların referandumdaki tavrında aslında tarihsel bir davranış kalıbının tekrarlandığını görüyoruz.

Kıbrıs’taki ilk federasyon denemesi de 1960’lı yılların başındaki uygulamada feci bir şekilde duvara çarpmıştı.

Türkler federal organlardan dışlanmışlar, iş Anayasa Mahkemesi’ndeki Alman yargıcın Rumlar tarafından adayı terk etmeye zorlanmasına kadar varmıştı.

Sonuçta federal organların hepsi tıkanmış, káğıt üstündeki Londra ve Zürih mahreçli federasyon tasarımı 1963’te resmen çökmüştü.

Bunu, 1963-74 arasında Kıbrıslı Türklerin, Boşnakların 1990’lı yıllarda yaşadıkları türden bir etnik temizleme kampanyasına hedef oldukları dönem izlemiştir.

Sonuçta, Sampson darbesiyle adayı Yunanistan’a bağlama girişiminin tetiklediği 1974 Barış Harekátı’yla Kıbrıs’ta yeni bir statüko ortaya çıkmış, bu statüko geçen cumartesi günü meşrulaşmıştır.

Ancak, Kıbrıs sorununun tarihsel serüvenindeki bu sıçrama garip bir paradoks da barındırıyor. Şöyle ki:

Referandumda Rumların sergilediği ruh hali, aslında KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın bugüne dek Rumlarla ilgili yaptığı tahlillerdeki haklılığını büyük ölçüde kanıtlamış olmalıdır.

DENKTAŞ’IN ÇELİŞKİLERİ

Gelgelelim, Denktaş haklılığının tescil edildiği yüksek bir zemine çıkarken, aynı süreçte üstün zekásıyla bağdaşmayan bir duygusallıkla attığı yanlış adımlar yüzünden belki de liderliğinin en zayıf noktasına düşmüştür.

Denktaş, bu stratejide Türkiye’deki değişimi ve Türk halkının AB’ye dönük özlemini okuyamamış, eski refleksleriyle sonucu yine bir oldu-bitti ile kendisinin dikte edebileceği sanısıyla hareket etmiştir.

Bu arada, ‘Rumların istemiyor gibi gözüküp sandıkta olumlu oy vereceklerini’ söyleyerek yaptığı -en iyimser teşhisle- ‘değerlendirme hatası’ ile inandırıcılığına da gölge düşürmüştür.

Denktaş gibi koskoca bir liderin ‘Rum papazlar şampanya değil, kuzeye gelip kanınızı içecekler’ şeklindeki daha çok küçük çocukları korkutmak için başvurulan ‘bak öcü geliyor’ yöntemlerine itibar edebilmesi de herkesin zekásına hakaret niteliği taşımıştır.

Bir liderin hayatını haksızlığa karşı mücadeleyle geçirmiş olması, kendisine herkesin zekásına hakaret etme hakkını bahşetmemelidir.

Keza, ‘evet çıkarsa istifa edeceğini’ söyleyip, sonradan etmemesi inandırıcılığını gölgeleyen bir diğer göze batan çelişkidir.

HERKES ÜSLUBUNU

GÖZDEN GEÇİRMELİ

Sonuçta hem Türkiye ile Denktaş arasındaki ilişki, hem Kıbrıs Türk toplumunun dayanışması, hem de ‘Başkan’ın liderliği bu referandumdan bir hayli hasarla çıkmıştır.

Buradaki hasar, Türk tarafının 1974 sonrasında Kıbrıs’ta kazandığı en önemli diplomatik başarıyla da tezat oluşturmaktadır.

Olan olmuştur. Bundan sonra KKTC’yi çevreleyen siyasi ve ekonomik kuşatmanın yarılabilmesinin olmazsa olmaz koşulu, Ankara ile KKTC arasındaki ilişkinin hiç olmazsa bundan sonra uyumlu ve güvene dayalı bir zeminde yürüyebilmesidir.

Şimdi, Ankara ve Lefkoşa’daki bütün aktörlerin hepsinin oturup üsluplarını gözden geçirmeleri ve ardından yeni bir başlangıç yapmaları zamanıdır.

Bu yapılırken, Kıbrıs Türk toplumunun demokratik yollardan ortaya koyduğu eğilime saygısızlık gösterilmemesi esastır.
Yazarın Tüm Yazıları