Rahmi Bey'in üç dolarlık şarabı

BİR gün yazımın logosundaki ‘‘Politika’’ kelimesini atmaya karar verdiğim zaman bazı arkadaşlarım eleştirmişti.

Oysa bu benim samimi hissiyatımdı.

İçimde mani olamadığım bir güç beni hızla politikadan uzaklaştırıyordu.

Daha doğrusu politikayı içimden kovuyordu.

Başka konular, hayatın başka alanları beni daha çok ilgilendiriyordu.

* * *

Meğer yalnız değilmişim.

Meğer sandığımdan çok daha fazla insan bu duygularımı paylaşıyormuş.

Günlerdir gazetelerin internet sitelerinin sayfalarını inceliyorum.

Sadece Hürriyet değil başka gazetelerin de sayfalarına bakıyorum.

Hangi sayfaya, hangi habere kaç kişi girmiş?

Hangi haber kaç kere görüntülenmiş?

İnsanlar en çok nelerle ilgilenmişler?

* * *

Şimdi size şaşıracağınız bir sonuç vereyim.

En çok görüntülenen 16 haberin hiçbiri siyasi değil.

Birkaç ekonomik haber var, gerisi hayatın başka alanlarına ait haberler veya yazılar.

Demek ki siyasetten kaçan kaçana...

Televizyonlara bakıyorum.

Orada da durum aynı.

Uzaktan kontrol aletinin üzerindeki parmağım, mesleki kontrol kabiliyetini kaybetmiş.

Hiçbir siyasi program üzerinde duramıyor.

Tıklayıp geçiyor.

Siyasete tam bağımlılar bile parmak hákimiyetini sağlayamıyor.

Ankara, artık reyting alamıyor.

Uzaktan kontrol aleti üzerindeki parmaklar artık Ankara'yı iplemiyor.

Ama Ankara, Türkiye'nin kaderine yine hákim.

Daha doğrusu iyi şeylere değil, ama kötü şeylere egemen.

* * *

Kriz zamanı ne yapılır?

Son günlerde çevremde küçük anketler yapıyorum. Gazetelerde satır aralarında özel tutkuları ayıklamaya çalışıyorum.

Çok güzel reçeteler çıkıyor.

Rahmi Koç bugün Hürriyet Pazar'daki mülakatında, ‘‘Krizde votkaya başladık’’ diyor.

Bu arada bence çok önemli bir tabuyu da yıkıyor.

Pahalı şarap tabusunu...

Yemeklerde hafif şarap içiyormuş.

Türkiye'nin en zengin insanı hiç çekinmeden ‘‘Şişesi üç dolarlık’’ Cote du Rhone şarabı içtiğini söylüyor.

En zengin insanlar, çok ucuz mutluluklarla tatmin bulabiliyorsa, siyasetin dışındaki hayat için çok büyük umutlar var demektir.

* * *

Mesela, güzel ve temiz giyinebilme mutluluğu...

İstanbul'un en lüks semtlerinde bile 500 bin liraya alınabilecek tişörtler var.

Gazetelerdeki, televizyonlardaki yemek tarifleri giderek popülerleşiyor.

Kaliteli yemeğin de artık ucuzu var.

Keyif giderek halka açılıyor.

Gusto demokratikleşiyor.

* * *

Oturduğum mevki itibarıyla Türkiye her gün önümden geçiyor.

Bir bir, adım adım...

Orada gördüğüm Türkiye ne kadar renkli.

Siyasi başkent bu renkliliğin yanında ne kadar gri, ne kadar kuru.

Bir tehlike var. O gri, yavaş yavaş hepimizi içine alabilir.

Hepimizin renklerini çalabilir, renk tayfımızı yırtıp atabilir, alaimisemamızın üzerine iki kat gri çekebilir.

Bir şeyler yapmalıyız.

Siyaset dışındaki hayatımızın renkliliğini koruyacak bir şeyler yapmalıyız.

Enis Öksüz ideolojisinin bizleri esir almasına mani olmalıyız.

Topyekûn bir renk seferberliğine ihtiyacımız var.

Egemenlik eğer gerçekten halkın ise, bu ülkenin bütün duvarlarına, yerine göğüne kat kat renkler atmalıyız.

İşte o yüzden yeni, yepyeni bir halk manifestosuna ihtiyacımız var.

Şu sözlere:

‘‘Ey bu ülkenin bütün insanları birleşin. Kırın bu gri zincirlerinizi.

Renklerinizden başka kaybedecek hiçbir şeyiniz yok.’’

* * *

Yirmibirinci Yüzyıl Türkiye'sinin gerçek manifestosu bu olmalıdır diye düşünüyorum.

Dedim ya, en zenginler için bile üç dolarlık şarap mutluluğu varsa, renklerin ufku açık demektir.
Yazarın Tüm Yazıları