Protokolümüz milletin kalbiyle

Güncelleme Tarihi:

Protokolümüz milletin kalbiyle
Oluşturulma Tarihi: Ocak 16, 2011 00:00

Şimdi gözler, Diyanet’in üzerinde. Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’ndan boşalan göreve atanan Prof. Dr. Mehmet Görmez, nasıl bir Diyanet İşleri Başkanı olacak? Yeni dönemin ipuçları Görmez’in yaşam öyküsünde saklı. Zaten kendisi de hem eskiyi sahipleniyor hem de ‘farklılıklar’ olacağının altını çiziyor

Diyanet’te yön değiştirme bakımından Bardakoğlu döneminin çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Aramızda hiç uyum sorunu olmadı. Yedi yılda bir defa kalp kırmadan ayrıldık. Hoca başlarken, bu görevi beş yıl yapacağını ifade etmişti. Ayrılmasının türbanla kurbanla hiçbir ilgisi yok gerçekten. Önce ‘hadisleri ayıklama’ yönüyle “Mehmet Görmez reformcudur” diye yazıldı; başkan olduktan sonra tersi bir noktaya oturtulmak istendi. İkisi de doğru değil. Bardakoğlu döneminde başlayan çizgi devam edecek. Elbette bazı farklılıklar olacak. Türkiye hızla değişiyor. Zaten yedi yılda yapılan bütün projelerde Sayın Başkan’ın yanındaydım. Yapamadıklarımızı yapmaya çalışacağız, yapılanlar da devam edecek tabii ki. Ben Diyanet’in milletimizin kalbindeki protokolünü çok önemserim. Eğer idareciler de milletin kalbindeki protokole eşdeğer bir sıralamaya oturturlarsa halk nezdinde değer kazanmış olurlar. Böyle bir çaba içerisinde olmam.

SOSYAL MEDYA DAHA ÖNEMLİ

Göreve başlama mesajım tahrif edilerek, “Yeni Diyanet İşleri Başkanı, Twitter ve Facebook zehirli aygıttır, dedi” diye manşete taşındı. Tekzip ettik ama tekzip aynı ilgiyi görmedi. Bilakis ben bu sosyal medyanın bireysel özgürlükler açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Peygamberim bana, “Selamı yayınız” diyor. Ben şimdi sokağa çıkıp her gördüğüme selam vererek mi selamı yayabilirim yoksa twitter’da bir anda binlerce insana barış ve esenlik mesajı vererek mi yayabilirim? Twitter’a girmemizin hiçbir sakıncası olmaz. Girmeyi düşünebiliriz. Özellikle kontrollü ve kötü kullanımı önlendiği takdirde çok faydalı bir şey insanlık için.

ÇOCUKLUĞUM
Bilgi peşinde koştum, yaşayamadım


Babamın büyük dedesi Nizamoğlu Mustafa, Sivas’ta dünyaya gelmiş. Halep livasına zabit olarak atanmış Osmanlı döneminde. Sonra da Gaziantep’in Nizip ilçesindeki toprak ve iskan reformunu gerçekleştirmekle görevlendirilmiş. Bu işi yaparken hem oradan evlenmiş hem de toprak sahibi olup oraya yerleşmiş. O zamandan itibaren Nizipli olmuşuz. Nizip’in nar bahçelerini, zeytin, fıstık tarlalarını unutamam. Her evden burcu burcu sabun kokusu gelirdi. Bilgi peşinde koştuğum için çocukluğumu pek yaşayamadım. Babam Mehmet Şerif Efendi, namı diğer Anter Hoca, köyümüzün camisinde imamlık yapıyordu. Gençliğinde en büyük hülyası, bir İslam bilgini olmakmış. Bu imkana ancak askerlikte kavuşmuş. 40’lı yıllarda Antalya’nın bir nahiyesindeki jandarma karakolunda görev yapıyormuş. Karakol komutanı bir askerin gece yarıları, gizli gizli köyde bir hocanın evine gittiğini tespit ediyor. Bunun üzerine çağırıyor, “Bu bilgileri almak istiyorsan ben sana her gün ders veririm” diyor. Bilmiyorum böyle bir olay bizim askeriyenin tarihinde var mı? Askerlik bittiğinde babam köyünde imamlık yapacak donanıma gelmiş. Çocukken, evimizde bu komatana çokça dua edilirdi.

EĞİTİME ARA
Dört yıl hocalara gönderildim


Babam öğretmenle anlaşıp, beni 5 yaşında ilkokula gönderiyor. Ama 10 yaşında diploma veremedikleri için mahkeme kararıyla yaşımı büyütüyorlar. 20 Ekim 62 doğumluyum ama nüfusta 1 Ocak 59. İlkokul bittiğinde “Mektepli cahil olacağına alaylı alim olmanı istiyorum” dedi. Okula göndermedi önce. Klasik yöntemle İslam bilimi tahsil etmemi istedi. Önce Gaziantep’te, sonra Diyarbakır ve Bitlis’in Adilcevaz ilçesindeki bir hocaya gönderdi. Dört yıl sonra artık, “Bu işin sonu yok mektepli olmam lazım” dedim. Gaziantep İmam Hatip Lisesi’ne kaydolmaya karar verdim. Okula kendi başıma gittim. Orada kayıt yapan bir hoca, velim oldu. İmam Hatip’e geldiğimde, orada öğreneceğim bilgileri önceden almıştım. Hocalara çok ilginç sorular sorardım.

12 EYLÜL
Evren’i eleştirince poliste sorgulandım

Rahmetli Adil Özbek diye bir hocamız vardı. O vaaz verirken trafik durur, herkes hayranlıkla dinlerdi. Kendisi hacca giderken yerini bana bıraktı. Lise ikinci sınıfta öğrenciydim. Yıl 1982. Kenan Paşa, Urfa’da bir konuşma yaptı, “Peygamber zamanında tarak yoktu. Kadınların saçları yemeğe dökülüyordu. Bunun üzerine peygamberimiz kadınların başlarını örtmelerini emretti” dedi. Gençlik heyecanıyla vaaz verirken şu cümleyi kullanmışım. “Peygamberin zamanında fildişinden yapılmış muazzam taraklar vardı. Kim diyormuş tarak yoktu diye?” Bundan dolayı poliste sorgulandım. Badireyi ucuz atlattım.

İLAHİYAT
Cemaat beni dinlemeye not defteriye gelirdi


Hocalarım ısrarla, “Sakın İlahiyat’a gitme ya hukuk ya siyasal oku” dediler. Ama ben başka alanlarda üçüncü dördüncü olacağıma kendi alanımda daha önde olayım istedim. 1982-83 öğretim yılında hukuk ya da siyasala girebilecek puanlarla Ankara İlahiyat Fakültesi’ne kaydoldum. Birinci sınıfta okurken bir gün imam aramak için gelen Afet İşleri görevlileriyle karşılaştım. Afet İşleri’nin ortasındaki ahşap camide 1.5 sene her cuma, ücret almadan namaz kıldırdım, vaaz verdim. Ellerinde not defteri ve kalemle beni dinlemeye gelen bir cemaatim oldu. Oraya kadro verilince o fahri görevim resmiyete dönüştü. 1986’da Diyanet personeli oldum. Zaten bir yıl önce evlenmiştim, artık iş güç sahibi olmam gerekiyordu.

EVLİLİK
Eşim yıllar sonra öğrencim oldu


Eşimle aynı imam hatipte okuduk. Fakülte üçüncü sınıfta evlenme teklif ettim. O da bir şart koştu; “Üniversite okumama izin verecekseniz evlenirim.” Fakat ilk çocuğumuz oldu, sonra ailece Kahire’ye gittik, döndük ikinci, derken üçüncü çocuğumuz oldu. İsimleri, Hümeyra, Müberra Nur ve Muhammed Burak. Hatice Hanım vazgeçmedi, üç çocuğumuz da okullu olduktan sonra üniversite sınavına girdi. Tek tercihi vardı Ankara İlahiyat. Geldi bana öğrenci oldu. Hz. Ayşe’nin Kuran yorumu üzerine güzel bir master tezi hazırladı. Şu anda doktora tezi aşamasında. Beni okutan o olmuştu, şimdi ben onu okutuyorum. Dostluk üzerine kurulu bir evlilik oldu bizimki.

ÜNİVERSİTE
Tatar devlet adamından değer teşekkürü

Üniversitede üst seviyede ders halkaları oluşturan ve kendi aralarında okumalar yapan bir arkadaş grubuyduk. Prof. Dr. M. Sait Hatipoğlu’nun son sınıflara verdiği derslere devam ederdik. Ona asistan olmayı ikinci sınıftan itibaren hayalime koymuştum. Fakülte biter bitmez master yapmak üzere müracaat ettim ve kazandım. Hatipoğlu hocamız bir kitap verdi. Peygamberin sünnetiyle ilgili bir kitaptı, yazarı da Musa Carullah Bigiyef’ti. Kazan’da doğmuş, oraya sığmamış, Kahire, Hindistan, Arabistan’ı dolaşmış; Lenin tarafından hapse atılmış; Çin, Afganistan ve Türkiye’ye geçmiş, 100 kadar eser vermiş büyük bir insan çıktı karşıma. Master tezimi tespit etmiş oldum. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bursuyla Kahire’ye gittiğimde amaçlarımdan biri konuşma Arapçamı geliştirmek, biri de oranın kütüphanelerinde Musa Carullah ile ilgili yayınlanmamış el yazması eserleri bulmaktı. Nitekim elimde yüksek lisans tezimle döndüm. Bu kadar ilgi çekeceğini düşünmüyordum. Bardakoğlu hocamızla ilk yurtdışı seyahatimizi Kazan’a yaptık. Tataristan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Akilov bir toplantıda ayağa kalktı, “Unuttuğu değerleri Tatar halkına hatırlatan Mehmet Görmez’e teşekkür ediyorum” dedi. Kitabım Rusça’ya çevrilmişti, oradan biliyorlardı.

PETERSBURG HAYALİ
Rusça kursuna gittim


Carullah’ı okurken, Kazan ve Petersburg’daki kütüphanede araştırmalar yapmak en büyük hayalimdi. Sekiz ay Rusça kursuna devam ettim. Rusya’ya gitmek için imkan arayışı içindeyken 1991’deki hac ibadeti akademik güzergahımı değiştirdi. Haccı bir gözleme dönüştürdüm. Dünya Müslümanları arasındaki ortak yönler ve farklılıkların, hadise dayandığını gördüm. Mina’da, Arafat’ta, üzerimde ihram, elimde büyük bir defter ve kalemle sabahtan akşama kadar değişik ülkelerden Müslümanlarla sohbet ettim. O sohbetlerim beni şuna götürdü; hadis ve sünneti anlamakta sıkıntılar var. Sünneti anlamada ruhunu geride bırakmış bir şekilcilik, hadisleri anlamadaysa lafızcı bir anlayış egemen. Zihnimi hazırlamış oldum. Doktora tezimin başlığı ‘Sünnet ve hadisin anlaşılması ve yorumlanmasında metodoloji sorunu’ oldu. Eleştirel bir bakıştı. Diyanet Vakfı, o teze 1997’de ‘İslam Araştırmaları Ödülü’ verdi. 10 kişilik jüride Mehmet Aydın, Ali Bardakoğlu ve İlber Ortaylı vardı.

İNGİLTERE
Bavul dolusu fotokopi çektim


Doktora tezimi hazırlarken Alman filozof Gadamer’den, Habermas’a, dilci ve felsefeci Chomsky’ye, İtalyan Betti’ye kadar pek çok filozofun çalışmalarını önce Türkçe okudum. Orijinal metinlerde zorlandığımı görünce “İngilizce eksik, bu olmaz” dedim. Bulduğumuz bir özel imkanla İngiltere’ye gittik. İngilizce kursuna devam ederken Londra Üniversitesi bünyesindeki School of Oriental and African Studies’i (Doğu ve Afrika Araştırmaları Okulu) tanıyınca bir kez daha dünyam değişti. Beş katlı bir kütüphanesi vardı. Her katı bir İslam bilimine ayrılmıştı. İngilizce kursunu unuttum. Bavul dolusu fotokopi çektim. Oradaki günlerimi unutamam. İngiltere’den sonra kendimi çok yoğun bir öğretim faaliyeti içerisinde buldum. Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde telekonferans sistemiyle ders verdim. Hacettepe Üniversitesi sınıf öğretmenliği bölümündeki derslerden çok zevk aldım. Açık Öğretim ilahiyat Fakültesi programının hazırlanmasında görev aldım; televizyondan dersler verdim. Televizyon deneyimini oradan edindim. Sonra TRT’de dini programlar yaptık.

DİYANET
21. yüzyıla kafa yordum


Gazetelere, ‘Prof. Dr. Mehmet Aydın, devlet bakanı olduğunu öğrencisinden duydu’ diye yansıdı o zaman. Televizyonlardan duyunca, “Hocam hayırlı olsun” diye aramıştım. Hoca, o akşam Polisevi’nde bizi topladı; “21.yüzyılın Diyanet’i nasıl olur? Bana bir rapor hazırlayın” dedi. 15 gün Diyanet’e kafa yorduk, bir rapor hazırladık. Derken, Hoca’nın, Diyanet İşleri Başkanlığı için Cumhurbaşkanı Sezer’e götürdüğü dört isim arasında benim de olduğum haberi çıktı. Bardakoğlu hocamız başkan olunca aradı ve “Bu işi beraber yapacağız” dedi.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!