Pilates ve yoga yaparım, farkındalıklarımın farkındayım

Yok, yapamıyorum. Vallahi yapamıyorum.

Pilates ve yoga deliliğinden bir türlü nasibimi alamıyorum!
Belki de “farkındalık” lafına kıl olduğum için, bilmiyorum. Bakınız zaten Microsoft Word de bu kelimenin varlığını kabul etmiyor, altını kırmızıyla çizi-çiziveriyor. Nedir bunun doğrusu, bakalım Bill Gates hocaefendi ne buyurmuş diye sağ tıklıyorum ama onda da ‘yazım önerisi yok’tan başka seçenek çıkmıyor.
Ha, denemedim, Ebru şallı gibi “üf üf”lemedim, yoga derslerinde esneyip “evet, şimdi vücudumuzu duyumsuyoruz, farkındalıklarımızı fark ediyoruz” cümlelerini dinlemedim mi sanıyorsunuz? Yaptım, hepsini yaptım.
Valla bana sorarsanız, yatarak yapılan sporların çok azı cazip. Öyle yavaş yavaş kol-bacak indirmeler, kaldırmalar... Yok kardeş.
Joseph Pilates’ten sonra bilinen en ünlü uzman Ebru şallı, eşi Harun Tan’la seyahate gittiklerinde pilates yaptırıyormuş ona otel odasında.
Bu ne ayol? Sevgilimle bir otel odasında pilates yapmak aklıma gelen en son şey olur çok afedersiniz.
Yogaya gelecek olursak, şu “kıl” halimin sebebi belki de işi spiritüel komiklikler yapmadan öğretebilen biriyle hiç çalışmamış olmamdandır. Belki de şöyle Hindistan’lara filan uzanıp has bir guru bulmalıdır...
Üstelik her “Tamam, bu işe gönül vereceğim, artık süper bir insan olacağım” dediğimde öyle durumlar oluyor ki derslerde, bırakın gönlümü, sağ bacağımı bile veremiyorum!
Yogadan, pilatesten gerçekten faydalananlar ve doğru yapanlara değil sözüm. Konumuz, işin ambalajına bayılanlar ve dünyadan haberi olmamasına rağmen “farkındalık” pazarlamaya çalışanlar. Adam yoga yapıyor ama trafiğe çıkıp bir kadına ana avrat küfrediyor. Bir diğeri “yogayla kendini bulmuş” ama işyerinde terör estirmesiyle tanınıyor. Sonra, sözde eğitmen, geceleri şişenin dibine vuruyor. Ne anladım ben bu işten.
ışin ambalajına takılanlar da ayrı hikaye.
Zaten bu derslerde olanlar beni fena dağıtıyor!
Günlerden bir gün, yoga duruşlarının temel alındığı egzersizlerden oluşan bir dersteyiz. Sonlara gelmişiz, rahatlama evresindeyiz. Eğitmen, “şimdi en rahat edeceğimiz şekli alıyoruz ve biraz dinleniyoruz” diyor.
Ben, kendimi matın üstüne patates çuvalı gibi atıyorum. Peki yanımdaki kadın ne yapıyor? Başının üstüne kalkıyor, sirasasana duruşuna yani!
Tabii şimdi, siz sevgili yogaperver okurlar, diyeceksiniz ki, gerçekten o kafa üstünde durma pozisyonu dünyanın en rahat pozisyonudur, hamakta yatmaktan bile rahattır, kimi yogiler beyinlerini ve vücutlarını böyle dinlendirirler, inanırım.
Fakat bunu yapan kadın Kapadokya gezi balonu silikonlarının üstüne geçirdiği über seksi (sandığı) tuhaf yoga kıyafetiyle (ki baş üstü pozisyon alınca memeler ağzına girdi) ve makyajla yoga yapınca her şey bir anda inandırıcılığını yitirdi!
Sonracığıma, yine esnemelerimizi yapmışız, “kendimizi dinleme” evresine gelmişiz. Eğitmen dedi ki, “şimdi yaşamı içimizde hissediyoruz, enerjiyi içimizde özümsüyoruz, kendimizi duyumsuyoruz...” falan filan.
Özümseme ve duyumsama değil de, Julia Robertsvari bir gülümseme ve ardından tutamadığım bir kahkaha gelimsemesiyle çok fena duyumsadım bu dersi!
Yanımdaki pür makyaj kadın da çok duyumsadı, kınadı beni “cık cık”larıyla.
O an her ikimiz de farkındalıklarımızın, hatta birbirimizin de çok fena farkındaydık... Bu kadar farkındalık bana biraz fazla geldi galiba. Vallahi öldürecek bir gün beni bu spiritüel laf salataları.
Hem kadınlar, yeri gelmişken size de seslenmek isterim, makyajla ve süper seksi kıyafetlerinizle koşu bandında ter atıyorsunuz da bari şu Pilates ve yogada bunu yapmayın be yavrularım. Olayın özüne ters bir kere.
Neyse, bana tersmiş bu işler, onu anladım. şöyle adamakıllı yorulacağım, terleyeceğim, adrenalinli bir şeyler lazım tez canlı adama. Ya da henüz şu “farkındalık” olayına gerçekten girememişim. Huzuru yanlış adreslerde, yanlış insanların arasında aramışım.
şimdilik güle güle pilates ve yoga.
Hem haziran geldi, paten sezonunu da açamadım bir türlü, Caddebostan sahili beni bekliyor halbuki. Deniz kokusu, suya bakmak, dalgaları dinlemek her zaman işe yarar, yani illa meditasyon işlerine gireceksek orada kendiliğinden oluyor zaten.
Ben sahile gidiyorum haydi eyvallah.

Ünlü babaya doyduk!

Neyse ki bir Babalar Günü’nü de kazasız belasız atlattık. Babaya ne hediye almalı, babayı şımartmak için onu nereye götürmeli de illa bir şekilde para harcamalı dayatması zaten yeterince sıkıcıydı, şimdi bir de gazetelerde sıkıcı ünlü baba-evlat hikayeleriyle dolduk, taştık, patladık, fenalık geçirdik. Bu babaların çocuklarıyla olan benzer hikayelerinin ve ilişkilerinin, isimlerin ünlü olması haricinde hiçbir numarası yoktu. Üst üste bu hikayeleri okuyunca da “ay çok şekerleeer” evresini geçtik, içimiz bayıldı.
Enteresan bir ünlü baba-çocuk hikayesi bulmak bu kadar zor muydu? Ayşe Arman’ın Cem Aydın’la yaptığı röportaj hariç.
Yazarın Tüm Yazıları