Oysa ben ‘bu sazı at’ demiştim

Ertuğrul ÖZKÖK
Haberin Devamı

O akşamki sohbetimizi hâlâ bugünmüş gibi hatırlıyorum. Zülfü'ye söylediğim şu sözleri de:

‘‘Evrensel bir sanatçı olmak istiyorsan, bu sazı bırak, gitara geç.’’

Oysa daha o gün tanışmıştık. Yıl galiba 1973 veya 74'tü.

12 Mart'ın izleri henüz Türkiye'nin üzerinden uzaklaşmamıştı.

Zülfü, Humanite Bayramı'na katılmak için Paris'e gelmişti. Orada tanışmıştık.

* * *

İlk plağı yeni çıkmıştı. Hiçbir zaman alışamadığım klasik âşık türünün dışına çıkan ilk devrimci müzisyen gibi gelmişti bana.

Paris hâlâ 1968'in iklimi altında yaşıyordu.

Şili'de Pinochet darbesinden kaçan veya kaçamayan müzisyenler, sanat bagajlarımızın neredeyse tamamını doldurmuştu.

Dual pikaplarımıza, Victor Jara'yı, onu indirip Quilapayun'u koyuyorduk.

Ama paralel bir kulvarda Pink Floyd'u, Crosby'yi, Stills and Nash'ı da hiç ihmal etmiyorduk.

İşte öyle karmakarışık bir kültür mağması içinde tanışmıştım Zülfü'yle.

Zülfü hiçbir zaman sazını bırakmadı.

O sazı ile uluslararası sahneye çıktı. Theodorakis'in, Maria Farandouri'nin yanında çaldı söyledi.

O sazıyla Zülfü Livaneli oldu. O haklı çıktı, ben yanıldım.

Yerelden, mahalli olandan, sadece bize ait olan şeyden de evrensel bir kavşağa çıkılabileceğini ispatladı.

* * *

Önceki gün Hürriyet'teki odamda Zülfü'yle sohbet ediyoruz.

Aradan ne kadar yıl geçmiş, üzerimize ne yağmurlar yağmış, nereden nereye göçmüşüz...

Üzerinde petrol mavisi bir tişört, spor bir ceket var. Avrupa metropollerinden çıkmış bir sanatçının bütün çizgileri, hem kendine, hem de üzerindekilere iyice yapışmış.

Elinde bu salı piyasaya çıkacak olan yeni kasedinin master kaydı var.

Önce birinci şarkıyı koyuyor.

Meğer o Paris yıllarından beri ne kadar tanıdık, ne kadar akraba haline gelmişiz.

O ses, o tarifi zor baslar, davudiler, hafıza kayıtlarımıza ne kadar alınmış...

Karlı Kayın Ormanı'ları, Leylim Ley'ler ne kadar hissiyatımıza işlemiş.

Biz olmuş...

* * *

Zülfü şimdi türküye, Türkiye'ye dönüyor.

O muhteşem senteze.

Zaten son zamanlarda herkes oraya, o en derin ana rahmine dönüyor.

Hep birlikte bu ülkeyi yeniden keşfediyoruz.

Belki de ilk defa kendimizi, bize ait olanı moda haline getiriyoruz.

Dünya bize açıldıkça, biz de kendimize olan güveni artırıyoruz.

Dünyanın bütün CD'leri aynı gün bize gelirken, Batı ile saat ayarlarımız, hayat senkronlarımız birleşiyor.

Yanında Şükriye Tutkun. Harika bir düet.

* * *

Aynı akşam İstanbul'da bambaşka bir müzik ortalığı kasıp kavuruyordu.

Kariyerinin henüz başında bir topluluk, Prodigy, belki de kendi ülkesinde bulamayacağı kadar tutkulu bir dinleyici önünde çalıyor.

Bu da Türkiye'nin bir başka köşesi.

Türkiye, bir yandan kendine dönüyor, bir yandan dışarı açılıyor.

Her ikisini birden, aynı anda yapıyor.

Acaba bütün hayatımız boyunca aradığımız, özlediğimiz, sanatsal bir ütopya olarak ulaşamadığımız evrensellik bu mu?

Dün öğleden sonra bu yazıyı yazarken, Peter Gabriel'in artık hepimizin klasiği haline gelen Passion'ını dinliyordum.

Doğu'ya gidenlerin, Batı'ya gitmek isteyenlerin, yerinde kalmak isteyenlerin, kendi coğrafyasını beğenenlerin, kendi mahallesine tapanların ve macera duyguları ile okyanusları aşmak isteyenlerin ortak mülkü...

Hepimize ait bir müzik.

Sonunda, 25 yıl sonra ben yanıldım. Zülfü beni dinleyip sazını atmadı.

Evini terk etmeden, denizleri aşmayı başardı.

Zülfü, Prodigy ve Peter Gabriel... Bir güne, sadece 24 saate sığan üç akraba.

Anlıyorum ki, benim dünyam işte bu 24 saatlik sentez.













Yazarın Tüm Yazıları