Otellerde uzay çağı

Geçmişteki konaklama yerlerine bakınca o dönem gezginlerinin işinin ne kadar zor olduğunu anlıyorum. Şimdi birer saraya dönüşen oteller bununla da yetinmeyip, teknolojinin son olanaklarıyla donanıyor, birer uzay istasyonu görüntüsüne bürünüyor.

Benim gibi, ömrünün önemli bir bölümünü yollarda geçirenler için oteller ev gibi oluyor. Sessiz, yalnız sizin sesinizin çınladığı, kaçıp sığındığınız tek odalı bir ev. Sizden bir saat önce, kimin, neler yaşadığını, sizden hemen sonra girecek olanın neler yaşayacağını asla bilemeyeceğiniz, sağır ve dilsiz bir mekan...

Şimdiki oteller, yıldızı kaç olursa olsun geçmişteki otellerle kıyaslayınca birer saray gibi kalıyorlar. Gezginliğin tarihini veya geçmişteki gezginlerin seyahatnamelerini okudukça, o dönemlerde yollara düşmediğime şükrediyorum. Aslında zamane gezginlerinin -benim gibi- işi çok kolay. Dünyanın en uzak noktalarına, en fazla bir günde ulaşmak olası. Hem de yiyerek, içerek, uyuyarak. Geçmişte gezmek hiç de kolay bir iş değildi. 18. yüzyılın başlarına kadar günlük seyir hızı, 25 ile 60 kilometre arasında değişiyordu. Yolculuk ya at sırtında, ya posta arabaları ya da özel yolcu arabaları ile yapılıyordu. Hoplaya zıplaya gidilen bozuk yollar, ikide bir kırılan veya çamura saplanan tekerlekler, her köşe başında bekleyen haydutlar yüzünden, bir yerden diğer bir yere gitmek oldukça cesaret isteyen bir eylemdi.

Ulaşımın yanı sıra konaklama da bir dertti. O dönemlerde yolculuk sırasında yatacak temiz bir yer bulmak olanaksız gibi bir şeydi. 17. yüzyılda kaleme alınmış bir kitapta yolculara şu tavsiyelerde bulunuluyordu: ‘Yabancı bir yerde yatacaksan, yatak çarşaflarının köşelerine birer eşek kulağı yapmayı unutma. Kulaklar dik durursa eğer, çarşaflar yeni ve temiz demektir. Çarşaflar temiz değilse pantolonunu çıkarmadan yatmalısın...’ Kitap ayrıca su katılmış şarap, yahni ve yumurtalı yemeklere karşı dikkatli olunması, politik ve dini tartışmalara girilmemesi, fahişeler ve cinsel hastalıklar konularında da uyarıyordu. O dönemde seyahat torbalarında, mikrop kapmamak için kalın iç çamaşırları, güvenilmeyen konaklama yerlerinde kapıları kilitlemek için asma kilitler, çakmak, birkaç tabanca, hançer hiç eksik olmayan eşyaların başında gelirdi. Bir gezgin yanına katlanabilir bir karyola, bir yatak, bir çarşaf almayı da asla unutmamalıydı... Ayrıca haşaratlar karyolaya tırmanmasın diye, yatmadan önce karyolanın ayakları su doldurulmuş kutuların içine sokulmalıydı. Eğer zengin bir gezginseniz tüm bu işleri sizin için uşağınız yapardı. Ama paranız yoksa her şey sizin başınıza kalıyordu.

PENCEREDEN GÖRÜNENLER

Tahmin edebileceğiniz gibi o dönemin misafirhaneleri çok mütevazıydı. Odanın bir köşesinde bir saman yatak bulunurdu. Parayı kim çok verirse o saman yatakta yatardı. Diğer yolcular ve serseriler buldukları köşelere, paltolarının üstüne kıvrılırlardı.

Bereket versin ki tüm bunlar artık çok gerilerde kaldı. Dediğim gibi şimdinin otelleri adeta birer saraya dönüştü. Geçmiş yıllarda, ‘sıcak su, temiz yatakla’ yetinirdim. Artık kalacağım otellerin yıldızlarını sayıyorum. Geçen yıllar beni, rahatına düşkün bir adama çevirdi. Bir zamanlar temiz bir çarşafla yetindiğim odalarda, artık mümkün olan her türlü lüksü arar oldum. Bu konuda iki otel aklımdan hiç çıkmaz; bunlardan bir tanesi İskoçya’nın Glaskow kentindeki ‘One Devonshire’ oteliydi. Odamda yüzyıllık kitaplardan oluşmuş bir kitaplık, odayı konser salonuna çeviren çok kaliteli bir müzik seti, malt viskilerin sıralandığı mini bar, krallara layık cibinlikli bir yatak, banyoda, kenarına türlü türlü sabunların ve banyo köpüklerinin, tuzların dizildiği bir küvet... Bu odadan hiç çıkmak istememiştim. Bir diğeri de, New York’taki Four Season Oteli’ydi. Oda yarım dubleksti ve penceresinden neredeyse tüm Manhattan Adası görünüyordu.

Nerede olursa olsun otelde odama girince, bir koşu perdeleri açarım. Manzarayı merak ederim. Bazen bir deniz, bazen kalabalık bir cadde, bazen mevsimine göre yapraklı veya yapraksız ağaçlar... Yıllardan beri pencerelerden bu manzaraların fotoğrafını çekiyorum. Belki günün birinde, bu fotoğrafların altına bir-iki satır anımı yazıp kitaplaştırırım.

ODADA TEK BAŞINA

Perdelerden sonra yatağı incelerim. Kuş tüyü yastıklarda asla uyuyamam. Onun için ya sert bir yastık isterim, ya da iki-üç tanesini üst üste koyarım. Sonra banyoya geçerim. Lavaboda üç aşağı beş yukarı aynı şeyler sıralanmış olur: Küçük şampuan, saç kremi, duş filesi, iki küçük sabun, belki de bir tarak. Şampuanımı yanımda getirdiğim için, bunlardan sadece sabunu kullanırım. Banyoda bornoz olması çok hoşuma gider. Çünkü, akşam üstü yorgun argın odaya dönünce hemen duş alır, bornoza bürünüp pencerenin karşısına otururum. Orada, yeni yeni yanmaya başlayan kentin ışıklarını seyrederken, irice bir duble malt viski içmek asla vazgeçemeyeceğim alışkanlığımdır. Bu keyfimi daha da ilerilere taşımak için, hoparlörleriyle birlikte bir mini ‘İpod’ aldım. En sevdiğim müzikleri doldurdum. Artık viskimi yudumlarken, müziğimi de dinleyebiliyorum.

Sonra televizyonu açıp, kanaldan kanala sıçrayarak anlamadığım dildeki yayınları izlerim. Programlardan o ülke hakkında ipuçları yakalamaya çalışırım. Aslında televizyonu açmamın diğer bir nedeni de, odamın içinde bir ses olmasını istememdir. Dilini bilmediğim o ses bana yalnızlığımı unutturur. Bazen de kendimi tüm seslere kapatır, yatağın üstüne uzanırım. Yolculuklar hep düşüncelere gebedir. Otel odaları da bu düşüncelerin doğum yerleridir. Odanın sessizliği içinde aklım, alışkanlıklarından bir süreliğine sıyrılıp benim egemenliğimden uzaklaşır. Aklımı başıma tekrar toparlayınca, süslenip püslenip aşağıya inerim. Odayı terk etmeden önce, kaybolmasından korktuğum eşyaları -pasaport, uçak bileti- bavuluma kilitlerim.

Odadaki mini kasayı kullanmaktan hep çekinirim. Şifreler, sayılar bana karmaşık gelir. Tekrar açamayacağımdan korkarım. Nitekim Arjantin gezim sırasında, Buenos Aires’teki otel odamdaki kasanın anahtarını kaybetmiştim. Otel görevlilerinin çağırdığı çilingir, iki saatlik bir uğraştan sonra kasayı açabilmişti. Bu yüzden neredeyse uçağı kaçırıyordum. Onun için oda kasalarını kullanmayı pek sevmem. Kasaya koyacak kadar kıymetli eşyam da olmaz zaten.

HER ŞEYİ BİLEN KAPICI

Eğer bilmediğim bir kentteysem, hemen ‘consierge’e -her şeyi bilen kapıcı- yanaşıp uzun uzun soruştururum. Aradan geçen yıllarda, bu sohbetin verimli olabilmesi için bahşişi bol ve peşin vermek gerektiğini öğrendim. Onun için sorumu sormadan önce, bahşişi adamın eline bırakırım. O da bana nerede yemek yiyeceğimi, yemekten sonra nereye gitmem gerektiğini söyler, rezervasyonları yapar, kapalı gişe oynayan müzikallere veya tiyatrolara bilet bulur. Anlayacağınız iyi bir bahşiş, bilmediğiniz kentteki hayatınızı kolaylaştırır.

Geceyi garantiye aldıktan sonra otelin barına yönelirim. Buralar yalnız müşterilerin uğrak yeridir. Kent için ilk hazırlık burada yapılır. Buranın müşterilerinin en sıkı dostları barmenlerdir. Barmenler ayrıca, susmaktan sıkılmış, konuşmayı özlemiş müşterilerin en iyi dostlarıdır. Her şeyi dinlerler, her şeyi bilirler. Burada bir bardak şarap bitinceye kadar oyalanıp, kendimi sokağa atarım.

Oteller yaşamım bir parçası olduğundan beri, onların geleceğini anlatan haberler de ilgimi çekmeye başladı. Örneğin Dubai’de 2006 yılında açılacak olan ilk sualtı oteli Hydropolis’i merak etmeye başladım. Okuduğuma göre Jumeriah Körfezi açıklarında inşa edilen bu oteldeki odalar, alışveriş merkezleri, spor salonları, restoranlar hep denizin altında olacakmış. Odanızın penceresinden akvaryuma bakar gibi denizin dibini seyredecekmişsiniz. Otel müşterilerini kıyıya denizaltılar taşıyacakmış. Bir başka denizaltı otel de Bahama adasında yapılıyormuş. ABD’li yatırımcı Bruce Jones tarafından finanse edilen ‘Poseidon Resort’ adlı otel, denizin 15 metre altında olacak ve 40 milyon dolara mal olması planlanıyormuş. İki yıl sonra hizmete girecek olan bu otellerde kalabileceğimi pek sanmıyorum. Bir şeylerle etrafımın sarılı olma korkusu, buna engel olacaktır biliyorum.

SANKİ UZAY İSTASYONU

Bir başka habere göre ise lobideki kahve masaları, elektronik dergi işlevini üstlenecekmiş. Birisini beklerken masanın üstündeki cama dokunarak, oteldeki aktiviteleri, restoranların mönüleri, kentteki etkinliklerini öğrenebilecekmişsiniz!.. Çok yakın bir gelecekte ise asansör dahil otelin her yerinde kablosuz internet kullanmak mümkün olacakmış.

Haberlere bakılırsa yine kısa bir süre sonra, bazı otellerde resepsiyon tarihe karışacakmış. Otele girişler cep telefonu ile yapılacakmış. Cep telefonunuza, oda numaranızı ve özel kodunuzu bildiren bir mesaj gelecekmiş. Siz odanın kapısını açmak, restoranda, barda hesabı ödemek için hep cep telefonunuzu kullanacakmışsınız. Yine gelecekte otel odanızda, masanın üstünde adınızı ve soyadınızı taşıyan mektup kağıtları, bloknotlar sizi bekleyecekmiş. Ekranında aile resminizin bulunduğu oda telefonunuza, en çok kullandığınız numaralar siz gelmeden programlanmış olacakmış. Ayrıca yatağınızın ve yastığınızın yumuşaklığı, yatmadan önce içtiğiniz bitki çayları, perdelerin koyuluğu ve açıklığı, kullandığınız parfüm ve tıraş losyonu, özel şampuanınız sizi bekliyor olacakmış. Yani otel odası yerine, kendinizi ofisinizde ve evinizdeymiş gibi hissedecekmişsiniz. Her şey alıştığınız gibi olacakmış. Bunun çok büyük bir özellik olup olmadığına karar veremedim. İnsan bazen işyerindeki odasından ve evinden uzaklaşmak istemez mi?..

Bir başka çılgın proje de katlanıp, taşınabilir otellerle ilgili. Bu otellerin yerlerini sürekli değiştirmek mümkün olabilecekmiş. Mevsimine veya isteğe göre dağ başına, göl ve deniz kıyısına kurulabilecekmiş. Bunun nasıl olacağına pek akıl erdiremedim.

Ben geçmişteki gezginlerin kaldıkları konaklama yerlerine bakıp, hayıflandım, o zamanlar gezginliğin ne kadar zor olduğuna karar verdim. Tüm bu şimdiki zaman yenilikleri ve lüksü için, gelecek zaman gezginleri ne diyecekler acaba?.. Bu sorunun yanıtını çok merak ediyorum. Biliyorum ki bu yanıtı hiçbir zaman öğrenemeyeceğim.
Yazarın Tüm Yazıları