GeriSeyahat Osmanlı’nın Emine Burnu Karadeniz’in incisine dönüştü
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Osmanlı’nın Emine Burnu Karadeniz’in incisine dönüştü

Osmanlı’nın Emine Burnu Karadeniz’in incisine dönüştü

Nessebar, adım başı rastladığınız Bizans kiliseleri, iki katlı ahşap evleri, daracık sokakları ve her yolun denize ulaştığı coğrafyasıyla, Bulgaristan’ın gözde tatil beldesi. Burgaz’a 25, İstanbul’a 372 kilometre uzaklıktaki şehir, Trakya ve Doğu Karadeniz kıyılarımızı çağrıştırıyor. Tarihi yarımadası 1983’ten bu yana UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde.

Eylül başı bavulumuzu hazırlayıp Paris’ten yola koyulduğumuzda her soran şaşkınlıkla karşıladı cevabımızı: “Nessebar mi, neresi orası?” Türk ve Fransız arkadaşlarımızın adını duymadığı, neredeyse dört bir yanından denize gömülmüş bu doğa ve mimari harikasının, başta Slav halkları olmak üzere eski demirperde ülkelerinin vatandaşları tarafından tanındığını, biz de ancak yarımadaya ayak basınca keşfedecektik zaten.

BİNALAR OYA MOTİFLERİYLE SÜSLÜ

Varna Havaalanı’nda inip de karşılaştığımız hazin hava başlangıçta heyecanımızı kırdı: Cepheleri kararmış binalar, bakımsız parklar, çirkin reklam panoları, art arda dizili iş ve alışveriş merkezleri... Neyse ki otogardan bindiğimiz Nessebar otobüsü bizi Karadeniz kıyılarının yeşil güzergâhına sokuverdi. Kâh denizin, kâh ormanın eşlik ettiği 101 kilometrelik yol, 70’lerden kalma otobüsümüzle nostaljik bir havaya büründü. Sahilde mantar gibi bitmiş tatil köyleri, birazdan varacağımız doğa ve mimari harikasının habercisi olmaktan çok uzaktı.

Etrafını sarmalayan surları, art arda dizilmiş hissini veren irili ufaklı Bizans kiliseleri, girişleri taş, üst katları ahşap iki katlı, bahçeli evleri ve her yolun sonunun denize ulaştığı coğrafyasıyla Nessebar çok başkaydı. Zaten yarımada UNESCO’nun gözünden de kaçmamış, örgüt yarımadayı 1983’te Dünya Mirası Listesi’ne almıştı. Bugün dantelci kadınlarından sokak müzisyenlerine, seyyar takı satıcılarından ressamlara herkesin turizmden ekmek yediği ve bu “aşırı turistik” durum kimi zaman rahatsız edici noktaya ulaşsa da yarımada cazibesinden hiçbir şey yitirmemişti.
/images/100/0x0/55ea95bef018fbb8f8898ecd


425 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalmış, Türkiye’de basılan atlaslarda “Emine Burnu” adıyla anılan, dönemin izlerini gerek mutfağında gerekse dilinde taşıyan bu inci mekânın cazibesini yitirmesi mümkün müydü hiç? Üstelik Karadeniz ve Trakya kokuyordu: Safranbolu evlerini andıran ahşap mimarisiyle, sokaklarındaki “gayda”cılarla Karadeniz’di burası benim için; açık tenli, renkli gözlü kadınları, esnaf lokantalarındaki kapuska yemeğiyleyse Trakya!

Nessebar kelimenin tam anlamıyla bir avuç: 850 metre uzunluğunda ve 300 metre genişliğinde. Bu küçücük alanda ortaçağda 40 kilise ve şapelin varlığından söz ediliyor. Bugünse bu dini yapıların yaklaşık 15’inin kalıntıları mevcut. Bulgar sanatının belirgin özelliğini görmek mümkün cephelerde: Seramik dekorasyonları. 11. yüzyıl imzalı Sveti (Aziz) Stefan Kilisesi bunun en güzel örneklerinden biri. Geleneksel dantel ve oya motiflerinin mimariye uygulanması Bulgar coğrafyasının ana özelliği. 14.-18. yüzyıl tarihli duvar resimlerinin de iyi korunduğu bir kilise burası. Nessebar’ın ikonlarıysa İtalyan Ravenna kentinin mozaikleriyle yarıştırılıyor. Bir bölümü yarımadanın arkeoloji müzesinde sergilenen ikonlar 12-19’uncu yüzyıllardan.

HAMSİ TAVA, CACIK, ETLİ KURU FASULYE

Yarımadanın daracık sokaklarında yürürken eşliği hiç bırakmayan ahşap evlerse 18.-19. yüzyıldan. Osmanlı hâkimiyetinin sona erişiyle başlayan Bulgar Rönesansı, ahşap işçiliğinin, ticaretin, el sanatlarının gelişmesiyle halkın çok zenginleştiği bir dönem olarak hatırlanıyor. Adanın ana mimarisini oluşturan iki katlı ahşap evlerse bu zenginleşmenin yansıması olarak açıklanıyor. Nessebar’ın bu gelişmesinde “Osmanlı sisteminden çıkıp, Hıristiyan hayatına daha uygun bir yasal düzenlemeye girilmesinin” büyük katkısının olduğu söyleniyor. Bununla birlikte yarımada sakinlerinin zaman içinde Osmanlı’yla gelen yeni yaşam koşullarına, farklı dinlerin bir arada yaşayabildiği bu yeni devlete uyum sağladıkları, kilise yapımının özgürce devam ettiği yazılı tanıtım kitaplarında: “Öyle ki deniz ticaretinde bazı özel ayrıcalıklar edindi Nessebarlılar. Balıkçılık ana geçim kaynakları oldu, Venedik, Dubrovnik ve Cenovalı tacirlerle bağlantılar kuruldu. Sultanın tutturduğu kayıtlara göre İstanbul da Nessebar’ın müşterileri arasındaydı, şehrin ahşap ihtiyacı Karadeniz’in bu kıyısından sağlanıyordu.” Bunun yanı sıra halkta “büyük Türk korkusu”nun hep olduğunun altı da çiziliyor. O dönemde ortaya çıktığı düşünülen bir halk şarkısı bunun en iyi kanıtı: “Huzur içinde yaşamak, sorunlardan uzak durmak istiyorsan, büyük bir üzüm bağı kurma, büyük bir ev yapma, güzel bir kadınla evlenme, güzel çocuklar büyütme...”

Tarihi yarımadadan çıkıp da yeni Nessebar’a yöneldiğimizde “yabancı turist” yoğunluğundan sıyrılıp, plaj tatiline gelmiş Bulgarların ve diğer Slav milletlerinin yanında buluyoruz kendimizi. Yeni Nessebar tek yıldızlıdan dört yıldızlıya otel ve tatil köyleriyle örülü. Anneanne, babaanne topluca tatile gitmeyi sevdikleri her hallerinden belli olan Bulgarlar, ülkenin bu en güzel plajlarının tadını ailecek çıkarıyor. Akşamları ise yeni şehrin esnaf lokantalarını dolduruyorlar.
İki kişi ortalama 15-20 TL’ye yemek yediğimiz bu bol kepçe lokantalarda küçük bir Anadolu şehrindeymişiz hissine kapılıveriyoruz: Etli kurufasulye, musakka, yoğurtlu kabak kızartma, cacık, beyazpeynirli söğüş salata, hamsi tava! Ispanağa “spanak”, işkembeye “şkembe” demeleriyse cabası! Yurtdışında olduğumuzun tek işareti ortalıkta uçuşan Bulgarca! Sabah kahvaltısında gittiğimiz börekçilerse peynirli, ıspanaklı çeşitleriyle Türkiye’deki börekçileri aratmıyor. Aylardır uzak olduğum Türkiye’nin mutfağını ucundan da olsa yakalayıp döndüğüm Nessebar’dan bugün kulağımda kalan, sokak sohbetlerini yarı Türkçe yarı İtalyanca sonlandıran Bulgar kadınlarının sesleri adeta: “Ayde, çao!”

ATİNA VE KUDÜS’LE KARŞILAŞTIRILIYOR

Aslında ne Osmanlı ne de Bulgar geçmişiyle sınırlamak mümkün Nessebar’ı. Antik çağlarda, Ortadoğu’nun büyük bölümünü, Balkan Yarımadası ile etrafını saran denizi hâkimiyeti altına almış Trakların şehridir Nessebar, o zamanki adıyla “Melssebria”. Sonra gelen Yunan hâkimiyetini, Roma ve Bizans imparatorlukları döneminiyse, 9. yüzyılda başlayan Bulgar hâkimiyeti izler. Byzantium’un (İstanbul) Doğu Roma’nın başkenti ilan edildiği 4. yüzyılda yarımada uygar dünyanın merkezlerinden, yeni yayılmakta olan Hıristiyanlığın geliştiği noktalardan biri oluyor. İkonografinin doğduğu topraklar da hep burası. Hıristiyanlar için “Kutsalın resmedilmiş hali” diye özetlenebilecek bu sanatın çok güzel örnekleri görülebiliyor Nessebar’da. Daha antikçağlarda tanrılara adanmış onlarca tapınakla donatılmış Nessebar’ı tarihçiler, Atina’daki Akropol’le, Kudüs’le, Hindistan’daki Tac Mahal’le karşılaştırıyor. Kıyıda, sualtında yapılan arkeolojik araştırmalarla, erken Hıristiyanlık ve ortaçağ dönemi kiliselerinde sürdürülen restorasyon çalışmaları sırasında bulunan objeler bölgenin kültürel zenginliğinin kanıtları.
False