Ölümü kandıran Kızılderili ve uğurlu 7 kel

Yıllar önce, bugün artık sadece karbon testiyle hesaplanabilecek bir zamanda, İstanbul’u ziyarete gelmiş yabancı bir arkadaşımla geziyoruz.

Aslında bir arkadaşımızın arkadaşı eleman. O gün ben boş olduğum için sabahtan akşama oyalama işi bana düşmüş.

Öğrenci halimizle Şon (Sean) Abi’yi o zamanki lüks anlayışımızın zirvesi olan Sheraton’un Roof Bar’ına götürecek halimiz yok.

Kendimiz nerede geziyorsak, o da orada takılıyor. Halinden de pek memnun.

*

Balık Pazarı’nda ışığın hakimiyetinin tezgah ampullerine geçtiği güzel saatlerde Şon Abi’yi Nevizade’deki Akdeniz Restoran’a sürüklüyorum.

"İstanbul Kaldırım Taşlarını Analiz Dersi" vermekteyim bir yandan da:

"Ortadan çatlaksa tam çatlağa basarsan bir şey olmaz... Bütün duruyor taş ama etrafı kırık; tuzak olabilir!.. Paçaya dikkat edelim abi. Oooo girerim birikintiye diyorsun..."

*

Cumhuriyet Meyhanesi’nin yanındaki ciğerci yeni pişmiş kelleleri tepsiyle dükkanın önüne koyarken biz de köşeyi döndük... O sırada paçalarının kıvrık görüntüsüne bakarak gülmekte olan Şon’u kürek kemiğinden dürterek "Koyun kafası var; yer misin?" şeklinde uyardım.

Şon’un yüzündeki gülümseme bir tepsi dolusu pişmiş kelleyle karşılaştığı anda yerini korkuya bıraktı, eleman "Ouv may gağd!" diyerek titredi.

Benim "hayvan şakam" neticesinde şoka giren Şon Abi’ye ciğercinin çırakla bir süre güldük.

Sonra "O ne acayip birşeydi! Yiyor musunuz yoksa?" diye paniğe kapıldı.

*

"Yiyoruz ama öyle pişmiş kelleyi tutup kemirmiyoruz. Kelle söğüş ise yenir abicim! Çok güzel yenir! Ayrıca hiç uzatma, siz de domuzun paçasını kemiriyorsunuz. Tepki ’böğk!’ olacaksa benden de ona ’böğk!..’" dedim.

Bir süre birbirimize tuhaf gelen farklılıklarımızı sıralayıp tartıştıktan sonra ortak değerlerimizi yüceltmek, farklılıklarımızı hoşgörüyle benimsemek noktasında, yani bildiğimiz Türk Rakısı’nda buluştuk.

Sonra Şon Abi’ye yan masada posta çantası ve yakası kürklü kabanıyla oturan alkolik için yarısını kendisinden dinlediğimle, yarısını kendi uydurduklarımla oluşturduğum hikayesini anlattım...

*

Bu hikayenin Hatıralar Alemi’nden pelerinini savurarak çıkıp gelmesine bir havayolu şirketinin dergisi sebep oldu.

Blue Wings adlı şirketin "Air" adlı dergisi, İzlanda’yı konu alan geniş bir dosya hazırlamış. Ben de manasız bir ilgiyle okuyorum.

Bir sayfayı bitirip diğerini çevirince karşıma çıkan minik fotoğrafı görür görmez "Yüce Pişmiş Kelle!" diye höykürdüm!

Çünkü İzlandalı kardeşlerimiz de aynen bizim gibi kelleyi nar gibi hüpletir, servisi de direkt kafayı tabağa koyarak yaparlarmış meğer.

Şon’un nerede olduğunu bilsem, dergiyi yollayacak hale geldim yıllar sonra.

Hatta benim gibi kelle/paça/sakatat işine yıllarını vermiş kardeşim Riko’yu arayıp "Çirkinleşsek mi lan?" dedim; o da beni yanıltmayarak "Yeri ve hayvanı sen seç!" dedi.

*

Dişlerini sıkmış bir pişmiş kelle şeklinde dergiyi okumaya devam ettim.

Ve kendisini dünyadaki farklı kültürlerin diğerlerine tuhaf gelen geleneklerini, davranışlarını, alışkanlıklarını, inançlarını toplamaya adamış bir zat-ı muhteremin, Stephen Arnott’un notlarıyla karşılaştım.

Tesadüfün iğne deliği!

Türkiye’den "Sabunu elden ele vermek uğursuzluk getirir; elinin tersine koy da öyle ver" inancını almışlar. Pek garipseneceğini sanmıyorum okurlar tarafından...

Çünkü gerçekten başka eğlenceli örnekler var. Biraz sayayım da eğlenelim, bilgilenelim, saygı gösterelim.

* Hindistan’ın kuzey bölgelerinde gece vakti "Yılan" (Sap) diyen kişi hemencecik yedi adet kel insan adı saymak zorundaymış. Olur da başıma gelir diye listemi hazırlayayım dedim, aklıma ilk gelenler şu saygıdeğer kişiler oldu:

Yemin ederim düşünmeden yazıyorum!

1) Enis Batur (Kitabını yazdı) 2) Yalçın Doğan (Yan odamda Yalçın Abi) 3) Enis Berberoğlu (Her sabah CNN Türk’te onu dinliyorum) 4) Sigmund Freud (Evimde bir fotoğrafı var; yıllardır bakışırız) 5) Alfred Hitchcock (Onun da DVD kutusu yıllardır evde televizyonun yanında duruyor) 6) Kemal Unakıtan (Star Wars’daki Jedi hocası Yoda’yı andırıyor bazı halleri) 7) Öztürk Serengil (Kelaj, nikelajjjjj!)

Fransa, St. Malo’daki balıkçılar, ilk tuttukları balığı, ağzından içeri şarap döktükten sonra denize geri veriyorlar. Çünkü balık gidip arkadaşlarına "Yukarıda bedava şarap var!" diyor ve bütün balıklar tutulmak için sıraya giriyor. Böyle inanıyorlar, güzelmiş.

Litvanya’da yeni ürün patates veya yeni mahsul buğdaydan yapılmış ilk ekmek masaya geldiğinde, herkes birbirinin saçını çekermiş.

Hindistan’ın bazı bölgelerinde mango ağaçları meyve vermeden önce evlendirilmeli. Mango ağaçları genellikle yasemin ağaçlarıyla evlendiriliyormuş.

Bazı Kuzey Amerika yerli kabilelerinde, biri öldüğünde toplu halde isim değiştiriliyor. Bunun sebebi, isim listesiyle gezen ’Ölüm’ü bir dahaki ziyarette şaşırtmak. Yani şöyle planlıyorlar herhalde:



Ölüm: "Üçyılgaranti" sen misin?

ÜYG: Ney?. Hiii! Benim adım Paslanmaz Tava.

Ölüm: Yeme beni! Sen Ücretsiz Katotopark diil miydin?

ÜYG: Hayır kardeşim, o dediğin Masaüstü İkonu ölmeden önceydi.

Ölüm: Hay Manitu canınızı alsın be! Kafamı karıştırdınız!

ÜYG: Sen de böyle diyorsan nasıl olacak o iş?

Ölüm: Hı?

ÜYG: Zzzt Bakırtotem!..
Yazarın Tüm Yazıları