Ölümü gör doğru söyle doktor!

Prof. Tarık Minkari, hayatını anlattığı "Mizah zekánın zekátıdır" kitabında Türk doktorlarına özgü bir tıp ahlaksızlığına kendisinin de başvurduğunu övünerek anlatmış.

Bedii Gorbon nefes borusu kanserine yakalanmış, ABD’de ameliyat olmayı seçmiş.

Tarık Minkari’ye göre ABD’li doktorlar Gorbon’a ciddi bir tedavi uygulamamışlar.

Minkari, Gorbon’a "6 ay ömrünüz kaldı" dediğini iddia ettiği ABD’li doktoru eleştiriyor. Ve ben olsam ne kadar ömrü kaldığını söylemezdim diye övünüyor.

Bir kere ABD’li doktorlar hiçbir hastaya şu kadar ömrün kaldı filan demez. "İstatistiklere göre sizin durumunuza benzer durumdaki hastalar, yüzde şu kadar olasılıkla şu kadar süre yaşıyorlar" der.

Ama Türk doktorların bir kısmının tutumu konusunda haklı Minkari. Gerçekten de Türk doktorlarının önemli bir bölümü, hastadan kanser olduğunu bile saklama eğiliminde.

Peki doktorların hastalarından kanser olduğunu saklamaya hakları var mı gerçekten?

Kesinlikle yok. Hastasından kanser olduğunu saklayan bir doktor, büyük bir mesleki ahlaksızlık yapıyor demektir.

Kendisi hakkındaki gerçekleri bilmek, her insanın doğal hakkıdır. İnsan doktora sağlık durumu hakkında bilgilenmek için gider.

Doktor kimin neyi ne kadar bilmesi gerektiğine karar verebilecek bir konumda değildir. Hiçbir doktorun kendisini hastasından daha üstün görmeye hakkı olamaz.

Bir de şöyle düşünün. Her insan kendi geleceğini kendi planlama hakkına sahiptir. Hayatı süresince bitirmek istediği işler olabilir. Maddi ya da manevi borçlarını temizlemek isteyebilir. Daha da önemlisi, tedavi biçiminin seçiminde de tek söz sahibi olması gereken kişi yine kendisidir.

Bunun tek istisnası, kişinin önceden aksi yönde bir beyanının olmasıdır.

Bazı insanlar, bu gibi kötü haberleri bilmemek isteyebilir. Bu da onların en doğal hakkı. Ancak eğer böyle bir seçimi varsa kişinin, bunu önceden beyan etmesi, "Ölümcül olma olasılığı yüksek bir hastalığa yakalanırsam bunu bilmek istemiyorum" demesi gerekir.

Dini bütünler ve büsbütünler

İtiraf etmeliyim ki, Ahmet Hakan’ın samimiyetine şüpheyle yaklaşanlardandım. Kendimce haklı nedenlerim de vardı, şüphemden utanmıyorum ama Ahmet Hakan’ın samimiyetinden artık tüm köşe yazarlarının yüzde 98’inden daha fazla eminim.

Geçen gün yine çok güzel yazmıştı. Tayyip Erdoğan’ı düşünmeye çağırıyordu; "5 yıla yaklaşan iktidar görevimde neden kuşkuları gidermek yerine daha da artırdım?" sorusuna yanıt aramasını istiyordu.

Geçen hafta TBMM’de bir araştırma komisyonunda, davetli konuşmacıydım. Ahmet Hakan’ın sorusunun cevabına orada tanık oldum.

Komisyon üyesi AKP’li milletvekillerinden biri, CHP’li diğer bir üyeye şaka yollu takılıyordu. Dinini sorgulayan, CHP’li üyeyi Müslüman olmamakla suçlayan tacizkar bir sataşma vardı bu şakalarda.

Eminim kötü niyetli, taciz amaçlı bir takılma değildi bunlar ama AKP’li olanları inançlı, olmayanları inançsız olarak sınıflayan bölücü zihniyetin devam ettiğinin göstergesiydi.

Sokaklara dökülen yüzbinlerin ortak itirazı işte bu yüzden önemli.

Kaza anında medyaya basınız

Türkiye’de 33, ABD’de 33 öğrencinin katli aynı güne rastladı.

ABD’deki katliamın görünen sorumlusu cinnet geçiren bir öğrenci, Türkiye’deki katliamın görünen sorumlusu ise muhtelif cinnetti.

ABD dört gündür bu olayı konuşuyor. Televizyonlarda, gazetelerde hep bu olay irdeleniyor.

Türkiye’deki katliam da, Türk medyasında ilk gün manşete çıktı, ikinci gün biraz konuşuldu, üçüncü gün ise tamamen unutuldu.

Sorumlu medya mı peki? Eğer medya olsaydı olay ilk gün de manşetlere çıkmazdı. Sorumlu biziz. Herşeyi unutan, sosyal hafızası sıfıra inen bir toplum olduk.

Suçu medyanın üzerine atmak işin kolayı. Medyanın toplumun aynası olduğunu görmek ise kabul etmesi zor olanı.
Yazarın Tüm Yazıları