Oğlum olmadan asla

Kapının eşiğinde duruyor.

Bir yabancı gibi...

İçeri girsin mi girmesin mi, bir türlü karar veremiyor.

Nasıl da ürkek görünüyor...

‘Hadi gel’ diyorum, ‘Gel... Burası senin evin... Gir içeri...’

Sesimi duyunca, kafasını kaldırıyor. Su yeşili gözleri, gözlerimi delip geçiyor.

‘Beni bırakıp gittin sen’ der gibi bakıyor.

Aman Tanrım, 40 yıllık kedim bana artık güvenmiyor!

İçim parçalanıyor...

*

‘Ama mecburdum’ diyorum, ‘Kardeşin dünyaya gelecekti. Onu doğurmayı bekledim. 9 aylık hamileyken de uçağa binemedim. Sen de o arada aşılarını oldun...’

Tekrar kafasını kaldırıyor, sanki bana bir şey göstermeye çalışıyor...

‘Aşılar yetmiyormuş gibi bir de boynuna çip taktılar değil mi? Canın çok acıdı mı? Gel göster, boynunun neresi? Haklısın, fişlenmek gibi. Hiç kimse istemez...’ diyorum.

Benim tekrar oğlumun güvenini kazanmam gerekiyor...

Usul usul yaklaşıyorum:

‘Madem içeri gelmek istemiyorsun, ben dışarı çıkarım o zaman... Bu arada pek güzelleşmişsin... Görmeyeli de epey zayıflamışsın...’

Yavaş yavaş tüylerini okşuyorum...

Veee ‘küskün çiçek’i kavrıyorum, kucağıma alıp, göğsüme bastırıyorum...

Biraz direniyor ama sonra teslim oluyor. Bakmayın, o da annesine kavuştuğu için mutlu...

Kafamı gıdısına gömüyorum.

‘Benim güzel kedim sonunda geldi mi Dubai’ye?’ diyorum.

*

Aman da aman!

Kan kusturdu ilk günler...

Sen misin, onu 2 ay yalnız bırakan... Sen misin, onu yepyeni bir evde yaşamaya zorlayan...

Perişan etti hepimizi...

E haksız da değil, 8 kez ev değiştirdi bu yavru, bıkmış artık zavallı, ev değiştirdiği yetmiyormuş gibi, şimdi bir de ülke değiştirmesi gerekti...

Bu söylediğim şey de, cırt diye kolaycacık olmuyor.

Bir sürü tantanası var.

Önce aşılarının yapılması gerekiyor, bu kadarla kalsa iyi, Birleşik Arap Emirlikleri çipsiz pet kabul etmediği için bir de ekstradan ‘çip eziyeti’ yaşıyor, o çipte seri numarası var, sahipsiz olmadığını gösteriyor, bilimkurgu filmlerindeki gibi, bir süre sonra derinin altında kaybolup gidiyor, gözle görülmüyor, o numara ancak özel bir aletle ortaya çıkıyor...

Avrupa ülkeleri de bu çipi artık şart koşuyor.

Aksi takdirde, kedini-köpeğini o ülkeye sokamıyorsun.

Sonra sağlık karnesi çıkarılıyor, devletin gerekli makamlarından ‘Tamamdır, ülkeyi terk edebilir’ izni alınıyor, aynı şekilde gideceği ülke de ‘Tamam, girebilir’ izni veriyor ve babası onu bir kutuya koyuyor, havaalanına götürüyor, uçakla annesinin yanına Dubai’ye getiriyor..

E haliyle uçak sevmiyor.

Hangi çocuk sever?

Basınç kulaklarını rahatsız ediyor, kalkışta ve inişte çok korkuyor...

Ve sonunda, kendini bambaşka bir ülkede, bambaşka bir iklimde, bambaşka bir mevsimde, tamamen yabancı olduğu kocaman bir evin kapısında buluyor.

Haliyle hırsını annesinden alıyor, burnunu tırmalıyor!

Bence az bile yapıyor.

Hey gidi günler hey!

Biz neler paylaştık onunla, ne badireler atlattık, ne aşklar yaşadık. Yani benim kişisel tarihimi ondan iyi kim bilebilir. Oğlum ama aynı zamanda arkadaşım, sırdaşım. Zaten bir gün konuşursa ben ayvayı yerim. Burada şu cümle iyi giderdi: Kedim konuşursa Türkiye sallanır!

Ne var ki, şimdi beni bir yabancı gibi görüyor.

Üstelik evin içinde onun için gerçekten bir yabancı var.

İnsanların ‘Sen abisin! Bak bu da Alya...’ dedikleri biri.

O da kimin nesi?

*

Evi geziyoruz birlikte...

Tek tek odaları keşfediyoruz...

Tanıdık kokular yok...

Kediler yaşadıkları yerin hakimi olmak isterler. Yeni evde henüz böyle bir durum yok.

Olacak inşallah.

Çareyi benim çalışma odama sığınmakta buluyor. Kırmızı koltuğun arkasına saklanıyor. Koltuğu çekiyorum, yere yanına uzanıyorum.

Öylece duruyoruz.

‘Ev bana da önce stadyum kadar büyük geldi. Merak etme alışıyorsun’ diyorum, ‘Bütün alt kat senin. Senden tek bir ricam var, şimdilik üst kata çıkma...’

*

Sen misin böyle diyen!

Kafasına takılıyor...

İlk günden itibaren üst kata çıkmak için hamleler yapmaya başlıyor...

Kedi bu, adı üstünde merak ediyor.

Üst katta bir şey oluyor, ama ne?

Biri var ama kim?

Aklı gidiyor...

Her fırsatta bir yolunu bulup, yukarı çıkabilmek için uğraşıyor.

Ama her defasında enselenip geri postalanıyor. Çareyi merdivenlerin ortasına bir kapı yaptırmakta buluyoruz.

Tabii ki oğluma güveniyorum ama iyi arkadaş olmaları için hap kadar kızımın biraz büyümesini bekliyorum...

Hiç olmazsa 40’ı çıksın!

Ve merdivenlerin ortasındaki kapıyı görünce ümitsizliğe kapılıyor, kendini bahçeye atıyor...

*

8 yıldır çim görmeyen oğlumun bahçeye alışması da zaman alıyor...

Tabii unutmuş hayvan, çiçek nedir, ağaç nedir bilmiyor...

Diyorum ki:

‘Biz kısaca buna doğa diyoruz!’

Aval aval suratıma bakıyor...

İlk günler Gestapo gibi başında duruyorum, bana yakışmayacak bir şekilde korumacı bir anneye dönüşüyorum, oğlumun yanından hiç ayrılmıyorum, ne bileyim ayağı takılır havuza düşer, arı gelir sokar, topraktan bir şey çıkar bunu ısırır, sokağa çıkar, kaybolur...

Bir süre sonra onu kendi haline bırakıyorum.

Artık yandaki evin siyah benekli kedisiyle flört edecek kadar Dubai’ye uyum sağladı...

*

Ve son durum...

Ben kırmızı koltukta Alya’yı emziriyorum, aynı zamanda kızımın saçlarını okşuyorum.

Sevgilim tam karşımdaki masada çalışıyor, arada sırada kafasını kaldırıp bize gülümsüyor, sonra yeniden dikkatini önündeki bilgisayara veriyor...

Oğlum ise yerdeki tüylü halının üstünde uyuyor.

Pencere açık, hafif bir rüzgar esiyor, uzaktan bir rüzgargülünün sesi geliyor.

Hepimiz aynı odadayız...

Hepimiz birbirimizin farkındayız ama kendi dünyamızdayız...

Farklı faaliyetler içindeyiz...

Kimse kimseye karışmıyor...

Ama varlığımız birbirimize huzur veriyor...

Benim için mutluluk bu.

Aile olmak bu.

Bir oğlum eksikti.

O da geldi...
Yazarın Tüm Yazıları