Nur içinde yatsın

Hala utanırım o sahneyi düşününce...

Şaşarım cüretime, cesaretime...

Ama gençlik işte, delilik işte, densizlik işte.

O zamanlar benim için her şey imkan dahilinde.

Ne kaybedersin ki Ayşe?

Bir dene.

19 yaşındayım.

Sakıp Sabancı Atlı Köşk’te yaşıyor, orası henüz müzeye dönüşmemiş, ben de İstanbul’a kapağı yeni atmış bir gazetecilik öğrencisiyim, Nokta’da çalışıyorum. Bir taşralı olarak yeni geldiğim bu şehirde her şeye saldırıyorum. Keşfetmeye, öğrenmeye çalışıyorum. Pek fazla tanıdığım yok. Ama Sakıp Sabancı memleketlim ya, Adanalı sayılır ya, hiç karşılaşmadığım bu renkli Ağa’yı kendime fevkalade yakın hissediyorum. Gençlere yatırım yaptığını da biliyorum, halden anlar diye düşünüyorum...

***

Nedense dahiyane bir fikir gibi geldi.

Kendime büyük ve tecrübeli bir gazeteci süsü verip, Sakıp Sabancı’dan röportaj talep ettim. Yener Süsoy da o zamanlar onun basın danışmanı. Kaçın kurrası ama nereden bilsin yaşımı, henüz bir muhabir yamağı olduğumu. Çalıştığım dergi öyle havalı ki, yanıt olumlu geldi: ‘Sakıp Bey kabul ediyor. Şu tarihte Atlı Köşk’e gelin.’

Cinim ya, hayalim şu:

Öyle şahane bir röportaj attıracağım ki, Sakıp Bey sorularımdan acayip etkilenecek, benim eşsiz biri olduğumu düşünecek, ‘Sen ne kadar parlak bir kızsın!’ diyecek ve ekleyecek: ‘Pek de genç bir şeysin. Nerede okuyorsun?’ ‘Basın Yayın’da’ diyeceğim, sonra punduna getirip, son derece önemsiz bir ayrıntıdan söz eder gibi, ‘Ama okulumdan hiç memnun değilim efendim. Siz de takdir edersiniz ki, gerçekten gelecek vaat eden bir gazeteciyim. Bende iş var yani. Siz bana burs verin Amerika’ya gönderin...’

O da ‘Haklısın evladım’ diyecek. ‘Senin gibi bir değeri kaçırmayalım. Hangi okula gitmek istiyorsun, söyle. Kaç para? Hemen bir çek yazalım...’

***

O sabah pek bir özenli giyindim.

Planımın tıkır tıkır işleyeceğinden emindim.

Taksi!

Ama taksi bahçeden o heybetli eve doğru tırmanmaya başlayınca, çok salakça bir şeye kalkıştığımı fark ettim.

‘Tamam Atlı Köşkü gördük, dönelim şoför bey’ diyeceğim, diyemiyorum. Çünkü o esnada birileri kapıyı açıp, ‘Buyrun’ diyor. Apar topar iniyorum ama ölmek istiyorum. Beni giriş katında bir odaya alıyorlar, bekliyorum. Dizlerimin bağı çözülüyor. Kalbim küt küt atıyor.Yer yarılabilir mi? Ben içine girmek istiyorum. Dergidekilerin bile böyle bir numara çektiğimden haberi yok. Kimsenin yok. Delirmiş olmalıyım, çıldırmış olmalıyım. Ama geri dönüşü de yok. Yener Süsoy geliyor, şöyle bir beni baştan aşağı süzüyor, tabii çaylağın Allah’ı olduğumu hemen fark ediyor, ‘Gider zahir bu adam birazdan’ diyorum, gitmiyor, meğer bütün röportaj esnasında bizimle birlikte olacakmış.

Derin bir sessizlik hakim o yüksek tavanlı odada. Planımı onun yanında nasıl tatbik edebilirim? Edemem. Ama adam gitmiyor. Bir de sorular soruyor: Röportajın çerçevesi ne olacakmış, yayınlanmadan görebilecekler miymiş, kaç sayfa ayırmayı düşünüyormuşuz. Ne denir bilmiyorum ki, yanıt olarak ‘Bu ev de çok güzelmiş’ gibi abuk sabuk şeyler söylüyorum.

Ve işte Sakıp Bey!

Grip olmuş, ama randevusuna sadık ya, Nokta Dergisi onun için çok önemli ya, hasta yatağından kalkıp gelmiş. Rezillik ki, ne rezillik! Durumu nasıl toparlayacağımı düşünüyorum. Bir taraftan da bir kağıda not ettiğim soruları soruyorum. Ama o güne kadar röportaj filan yapmamışım, daldan dala atlıyorum, arada da pis pis Yener Süsoy’a bakıyorum, hepsi senin yüzünden, bizi rahat bırak artık gibisinden.

Hikayenin devamı şu:

Bir ara teybi kapattım. Sakıp Bey’e dönüp, ‘Burada bulunmamın sebebi röportaj değil efendim. Zaten yayınlanma ihtimali olmayan bir sohbet bu...’ Küçük bir şaşkınlık. ‘Dinliyorum sizi’ dedi. ‘Adanalı olduğumu biliyor muydunuz?’ diye başladım ve derdimi anlattım. Lafımı bitirdikten sonra Sakıp Bey kahkaha attı: ‘Perşembe günü Saint Benoit’da konferansım var, oraya gel konuşuruz. Ben yatağıma geri dönüyorum.’

Ama asıl küçük dilini yutacak gibi duran Yener Süsoy’du. Bacak kadar bir kız bir şekilde onu oyuna getirmişti. Hiç unutmuyorum köşkten ayrılırken: ‘Gazeteci olmak için sizin Amerika’ya gitmeniz filan gerekmiyor hanımefendi’ dedi, ‘Siz her türlü iyi bir gazeteci olursunuz...’

***

O perşembe gitmedim tabii o konferansa...

Bu olayı kafamdan silmek istedim. Kimseye de bahsetmedim.

Aradan 15 yıl geçti, bundan birkaç ay önce Sakıp Sabancı’ya birlikte New York’a uçtuk. Meğer hastalığının başlangıç dönemleriymiş, maaile check-up’a gidiyorlarmış. Ben tabii ölümcül bir hastalığı olduğunu bilmiyorum, normal bir sağlık kontrolü zannediyorum. Nasıl şeker ve tatlı, bütün bir uçakla sohbet ediyor. Benim de ödüm patlıyor, yanıma gelecek ve benimle de konuşacak diye. ‘Sen o kızsın değil mi?’ diyecek diye. Uçakta verdikleri battaniyenin içinde kaybolmaya çalışıyorum ama çapraz oturuyoruz, görmemesine olanak yok. Umarım gazeteden tanımıyordur beni derken, kocaman ve sevimli gülümsemesiyle geldi önce sevgilimle sohbet etti, sonra da bana dönüp, ‘Siz gazeteci Ayşe Arman’sınız değil mi?’ dedi. ‘Yaptığınız işleri beğeniyorum.’

O an bir kere daha fark ettim ne kadar özel bir adam olduğunu...

O farkında değildi ama 15 yıl önce ondan medet uman bir kıza, bak gördün mü kimseye ihtiyacın yokmuş, sen doğru yoldasın demişti.

Beni ne kadar mutlu ettiğini anlatamam. Aramızdan ayrılarak ne kadar üzdüğünü de..

Bütün sevenlerine baş sağlığı diliyorum.

Nur içinde yatsın.
Yazarın Tüm Yazıları