Neyse ki Aslı Altan’ın sinirleri Beyoğlu parkelerinden daha sağlam

Şubat başından beri bu böyle.

Ha buluştuk ha buluşacağız...

Olmuyor, ya onun bir işi çıkıyor ya benim. Telefonlaşıyor, şu gün şurada şu saatte diye sözleşiyoruz ama nafile.

Sonunda şeytanın bacağını kırdık!

Pek de anlamlı bir günde, Mart’ın sekizinde; düşen cemrelere inat insanın içine işleyen soğuğa, yağan kara rağmen Aslı Altan’la Safran’da felekten bir gece çaldık.

Bir ara, tam evden çıkmadan önce vaz mı geçsem diye düşünmedim değil. Kar, soğuk değil gözümü korkutan. Ama ne yalan, Beyoğlu’na gitmek demek, zahmeti de göze almak demek. /images/100/0x0/55ea36aef018fbb8f871c158

Ben kırk yılın başı gidiyorum Beyoğlu’na ama Aslı Altan her gece orada. Ve tabii ki o da, işyeri Beyoğlu’nda olan herkes gibi ekim ayından beri takılıp sökülen ve birilerine fena halde rant kapısı olduğu belli Çin granitlerinden dertli. Ona da gına gelmiş.

Mahallesine söz söyletmeyen, yıllar önce kimse adım atmazken orada dükkan açıp neredeyse tek başına Beyoğlu’nu İstanbul gece hayatının çekim merkezi yapan Altan’a bile döşenmesi de sökülmesi de infiale yol açan taşlardan, bitmek bilmeyen yol çalışmalarından fenalık gelmiş.

İçi el verse; onu yağmura çamura, ayakkabılarına bulaşan katrana rağmen yalnız bırakmayan müşterilerine ihanet etme pahasına çekecek Safran’ın kepengini; bunca yıl sefasını da sürdüğü, cefasını da çektiği gözbebeğini bırakıp gidecek...

Öyle sıkkın.

Öyle bıkkın.

Ben sıkkınlığının da bıkkınlığının da eninde sonunda geçeceğini biliyorum.

Adım gibi eminim: Ne o kıytırık granitler, ne de Beyoğlu Güzelleştirme Projesi adı altında resmen Beyoğlu Tahrip Projesi yürüten malum kişiler, "cool"luğu şehir efsanesi olmuş arkadaşımı çileden çıkartmayı beceremeyecekler.

ALTAN BÜTÜN DERTLERİ UNUTTURUR

Düşünün ki duvarlarını süsleyen 150 yıllık çinilerine gönül verdiğiniz, çevresinde 150 arabalık otopark var diye seçtiğiniz, mutfağından barına, ses düzeninden ışığına yüklü bir yatırım yaparak açtığınız dükkan tam sezona girilirken çamura düşmüş güle dönüyor. Size çıkan bütün yollar bir bir kazılıyor, çukurlar aylarca kapatılmadığı gibi, tam bu çile bitti dediğiniz noktada, yapılanlar sökülüyor ve ne kadar süreceğini hiçbir yetkilinin bilmediği yeni bir kabus başlıyor.

Gel de çıldırma!

Aslına bakılacak olursa bu kabustan belki de en az etkilenecek yerlerden biri Safran.

Galatasaray-Taksim hattında özellikle de ara sokaklardaki diğer iş yerlerinin durumu daha da vahim. Altan’ın müşterileri onun önce arkadaşı sonra müşterisidir. Eninde sonunda benim yaptığım gibi arabayla lam elif sokaklardan geçer, Altan’ın talimatlarını dinleyerek Safran’ın önüne kadar giderler. İki basamak çıkınca da başka hiçbir yerde olmayan, çünkü bizatihi Altan’ın varlığından kaynaklanan özel bir mekana gireceklerini; tattıkları ilk lokma, içtikleri ilk yudum, duydukları ilk notayla birlikte, varsa eğer, çektikleri zahmeti unutup gideceklerini bilirler.

Ama ya ötekiler?

Yüksek kiralarını çıkartmak için özel olarak gelenlere değil kapıdan geçenlere bel bağlayanlar? Bütün o barlar, lokantalar, kahveler, lokaller, pavyonlar, meyhaneler? Manav bakkal, balıkçı, kitapçı, galeri, kısaca Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan esnaf? Hepsi perişan.

TURİST FALAN YOK

Şaka değil, gazeteler yazıyor işte, Beyoğlu’na giden insan sayısı yarı yarıya azalmış. Turistin T’si kalmamış. Tepebaşı ve Tünel civarındakiler, çalışmalar artık kimin yüz suyu hürmetine idi ise çarçabuk bitirildiğinden bu felaketten nispeten daha az etkilenmiş ama gerçekten de diğerlerinin ocağına kibrit suyu ekilmiş.

FIRÇALARDAN NASİBİMİ ALDIM

Önce dayanmaya çalışmış, sonra çalışan sayısını azaltmış, iflas çanları çalarken kara kara düşünmeye başlamışlar. Ancak doğru dürüst örgütlenememiş, dertlerini yeterince anlatamamışlar. Evet, orada burada tek tük yazılar çıkmış, hatta Radikal Gazetesi çektiklerini duyurmaya tam sayfa ayırmış ama feryatları yetkililer tarafından serzeniş gibi algılandığından olsa gerek, bir arpa boy yol alınamamış.

O akşam Altan’la bir yandan şarabımızı içer bir yandan bütün bunları konuşurken ona neden tıpkı eski Safran’da yaptığı gibi gerekirse üst üste mühürlenmeyi göze alarak olan bitene kafa tutmadığını, bayrağı ele almadığını sordum.

Yüzüme baktı, gülümsedi, "Peki bu konuda sen ne yazdın" dedi.

Yerin dibine mi geçsem, ölsem mi?

Gerçekten neden yazmadım?

Vurdumduymazlık desem değil. Bu konuda yazan herkese içimden güller yolladığımı, yazılan her yazıyı, yapılan her eleştiriyi "hele şükür" duygusuyla okuduğumu biliyorum. SİYAD gecesinde Atilla Dorsay, Kadir Topbaş’a bu konuda bir iki cümle etti diye dört köşe olmuş biriyim. Gel gör ki altı aydır süren rezalet hakkında tek satır yazmamış olan da benim. Yerin dibine geçmeyeyim ne edeyim?

PERA’YI KİMLERE TERK ETTİK?

Lafı uzatmadık.

Zaten arkadaşlar, tanıdıklar, Sevil Sert’in o gece açılışını yaptığı galeriden ve uzun yıllar yaşadığı adaya selam olarak Kübalı ressamların eserlerinden derlediği sergiden çıkıp gelenler, bir süre sonra Altan’ın kulaklığını takıp müziğin başına geçmesi, coşup herkese şampanya ikram etmesi derken, Safran bildiğimiz Safran kıvamına geldi ve sohbetimiz bölündü. Gel gör ki kimi sorular çengelli iğne gibidir. Bir kere takılmaya görsün kendiliğinden düşmez, cevabını verip çıkarman gerekir.

Gece geç, dönüş yolunda Beyoğlu ile ilişkimi gözden geçirdim.

Çocukluğuma ilişkin ilk anılar: Gutan’dan alınan, alındığı anda kaybedilen, o yüzden de uğruna gözyaşı dökülen kırmızı rugan pabuçlar, anneannemin elimden tutup götürdüğü Markiz, onun hálá burnumdan gitmeyen mis kokulu evi, Mısır Apartmanı’nın çıkmaktan yorulduğum geniş mermer merdivenleri, asık suratlı Pera Palas, hayal meyal Tokatlıyan Oteli...

Sonra Bab Kafeterya, bilumum sinemalar, tiyatrolar, Çiçek Pasajı, Rejans ve Kulis...

Sonra Narmanlı Han, galeriler, sağda solda gidilen ve şarap, terebentin, boya kokan ressam atölyeleri... Ve Yakup ve Refik...

Sonrası kara delik... Beyoğlu artık bildiğimiz Beyoğlu değil.

Yıllar sonra yeniden buldumcuk olmak, Safran, Kaktüs, Pandora, Hayal Kahvesi ve Nuru Ziya’yı mesken tutmuş arkadaş evleri derken geceyi gündüze katmak; sonra Tünel, Galata, Asmalımescit, Nu Pera, KaVe, Lokanta, Mikla derken bu günlere geldim.

Artık sık sık Beyoğlu’na gitmiyor, aylak aylak sokaklarında gezinmiyorum.

Başka sokaklarım, başka çıkmazlarım var ve eskisi kadar gezmediğim aşikar.

İyi de bunların hiçbiri çengelliyi yerinden sökmeye yetmiyor.

Adını koyup, söylemeliyim: Evet, Beyoğlu’na ihanet ettim.

Ettik.

İyi de o güzelim Pera’yı kimlere terk ettik?
Yazarın Tüm Yazıları