Ne yapacağım ben Allah aşkına

BENİM gibi kişisel özgürlüğüne fena halde düşkün olan biri, şimdi kalkıp hiç utanıp sıkılmadan, "18 yaşını bitirmiş genç kızların üniversitelerde kılık kıyafetine bal gibi de karışılır" mı diyecek?

Bin dereden su getirerek "kıyafet zaptiyeliği"ne onay mı vereceğim?

Hadi diyelim kendime yakıştırdım ve bunu yaptım...

Peki ya sonra?

Hangi yüzle okulda defterime, sırama, ağaçlara, okunmuş yapraklara, bembeyaz sayfalara "Ey özgürlük" diye yazabileceğim?

* * *

"Üniversite çağına gelmiş bir genç kız nasıl giyineceğine kendi karar verir" diyorum ya...

Hop, gayet makul gibi görünen bir tez, onlarca "okur mail’i" olarak suratımda patlıyor:

"Sen hangi memlekette yaşıyorsun birader? Bu ülkede 18 yaşına gelmiş bir genç kız, kendi özgür iradesiyle mi örtünüyor sanıyorsun? Bin türlü baskıdan haberin yok mu senin?"

Düşünüyorum... "Evet, haklı bir itiraz" diyorum...

Ama biraz daha düşünüyorum...

Bu kez de "Başını sıfır baskıyla örten, kendi özgür kararıyla örtünen genç kızların durumu ne olacak?" sorusu başımı ağrıtmaya başlıyor.

Yani bazı kızların başlarını baskıyla örtme ihtimali mevcut diye, başını hiçbir baskıya maruz kalmadan kendi özgür iradeleriyle örten kızlara da "Yasak hemşerim" mi denilecek?

İşin içinden çıkamıyorum...

* * *

Açmaz bunlarla sınırlı kalsa iyi...

Mesela... Ben tam da AKP’nin meseleye "fetihçi" yaklaşımını parmağıma dolayacakken... AKP karşıtlarının, AKP’den bile daha "fetihçi" yaklaşımlarıyla karşılaşmayayım mı?

Ne yapacağımı şaşırıyorum?

Ben tam "türban yasasının çıkarılış biçimindeki sakatlıklar" konusuna girecekken...

"Türban karşıtı" adamlar ya da kadınlar, öyle yalınkılıç, öyle hoyrat, öyle çılgınca kendilerini ortaya atıyorlar ki...

Şaşırıp kalıyorum... Darmadağın oluyorum...

Adamlar, memleketin epey bir çoğunluğunun giyinme biçimine hiç çekinmeden "Gericiliğin sembolü" diyerek hakaret bile ediyorlar... Daha ne olsun?..

* * *

Ve böylece bana iki yoldan birini seçmek düşüyor:

Ya "Türbancı" kesimin cepheleşmeden beslenen Hasan Karakaya’sı olacağım...

Ya da böylesi bir gerginlik olmadığında esamisi bile okunmayacak olan öbür tarafın Tuncay Özkan’ı olacağım...

Ya Hasan Karakaya gibi "sıkı küfür edenler" tayfasına dahil olacağım... Ya da Tuncay Özkan gibi "sıkı demagog" tayfasına...

Oysa ben ne Hasan Karakaya olmak istiyorum, ne de Tuncay Özkan... Ne yalınkılıç türban savaşçılığıyla var olmak istiyorum, ne de yalınkılıç türban karşıtlığıyla...

İflah olmaz türbancıların da, iflah olmaz türban karşıtlarının da bu işten nasıl nemalandıklarının farkındayım...

Mesela, siz zannediyor musunuz ki memleketin ikiye bölünmüşlüğü nedeniyle Tayyip Erdoğan kaygılıdır... Hayır! Hayır! O, türban üzerinden haksız puan toplamaya devam ettiğinin farkında olduğu için acayip mutludur, bundan emin olabilirsiniz...

Zavallı Baykal’a gelince...

O da türban karşıtlığı üzerinden yüzde 20 bandına oturmaya razı olmanın rahatlığına bırakmış kendini...

Peki ben bu tahterevallinin bir tarafına abanmak zorunda mıyım?

* * *

Aslında bana düşen bu "çılgın lunapark"ı terk etmektir...

Ama o zaman da en başta sorduğum soru, gelip yakama yapışıveriyor:

"Ey Ahmet Hakan" diyor Agáh Hun tonundaki ulvi ses, "Sen ki kendi özgürlüğüne zerre kadar müdahale edildiğinde çığırından çıkıyorsun... Şimdi hiç utanıp sıkılmadan, 18 yaşına gelmiş genç kızların üniversite kapısında ’Senin kıyafetin müsait değil’ diye denetime tabi tutulmasına evet mi diyeceksin?"

Soru böyle sorulunca... Bana bu sersem oyunun bir parçası olmak kalıyor...

Tanrım! Yok mudur kurtaracak benim bahtı kara maderimi?

Babıáli’nin sazanı der ki

HINCAL Uluç’un bedelini ödemeden gerçekleştirdiği irili ufaklı "tıkınma ayinleri"ni, kendisine ayrılan sayfada "Breh! Breh! Breh!" diye ballandırarak anlatmasına kafayı takanlardan değilim.

Vallahi de, billahi de bunu mesele etmiyorum, etmem de...

Bırakın Hıncal Uluç’u, hiçbir gazeteci için, "Yuh! İki kap yemeğe kalemini satıyor" demem, diyemem...

Ancak...

"İki kap yemek" ile "kalem satışı" arasında herhangi bir paralellik kurmuyor oluşum, Hıncal Uluç’un dillere destan "radikal beleşçiliği" meselesini es geçeceğim anlamına gelmez.

Şunu söylemek istiyorum:

Hıncal Ustamız, diyelim ki ayda 30 kez iri ya da ufak "tıkınma ayini"nin tam göbeğinde yer alıyor...

Peki Allah için, bu ayinlerden sadece bir taneciğinin olsun bedelini ödemesi gerekmez mi?

Ama hayır, ödemiyor...

Salomanje’de ödemiyor, İzzet’in mekánlarında ödemiyor, Ertekin’de ödemiyor, Günay’da ödemiyor...

Ödemiyor Allah ödemiyor!

Hadi olanca iyi niyetimizle hep birlikte, "Koskoca Hıncal Uluç iki kap yemeğe tamah eder mi?" falan diyerek olayı geçiştirdik...

Peki, "Beleşçiliğin bu kadarına da pes doğrusu" cümlesini kim kuracak?

Eh, hiç kimse kusura bakmasın, ben o cümleyi kurarım arkadaş...

Eğer bu cümleyi kurduğum için Hıncal Uluç tarafından, "Babıali’nin sazanı" olarak takdim edileceksem...

Bundan hiç ama hiç gocunmam, icabında "En kral sazan" oluveririm.
Yazarın Tüm Yazıları