Ne Türk’e ne Kürt’e yar oldu

Güncelleme Tarihi:

Ne Türk’e ne Kürt’e yar oldu
Oluşturulma Tarihi: Aralık 25, 1999 00:00

Haberin Devamı

Diyarbakırlı Suzan Samancı, edebiyat camiasında ödüllerle kabul gördü ama...

O, nedense ‘‘Doğunun Parisi’’ diye adlandırılan; ama asıl Paris'te yaşananlardan çok farklı hayatların yaşandığı bir şehirde doğdu. Ahmet Arif, Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Asena, Vasıf Öngören, Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Sırrı Hanım, Cahit Uçuk (Cahide Üçok) gibi sanatçıları bağrından çıkarabilen Diyarbakır, edebiyat dünyasına bu katkıları yapacak kadar ilhamı bol bir şehirdi ama cinayetler, korkular ve acılar şehri de oldu aynı zamanda. ‘‘Gün batımıyla ıssızlaşıverirdi sokaklar. Ansızın patlayan silah seslerine sürüklenen ağıtlar karışırdı’’, ‘‘Merhaba yoktu! Gecikmiş merhabalar bile yoktu.’’ 1962'de doğduğunda ‘‘sıkıyönetim’’ vardı; taa çocukluğundan itibaren yaşadı sürgünleri, ‘‘farklı’’ görülmenin getirdiği dışlanmayı. Tüm korkularını, isyanlarını, sorularını o günlerden biriktirdi içinde; o günlerde yazmaya başladı. Can Yayınları'ndan çıkan son iki kitabında, ‘‘yaşadığı coğrafya ona ne verdiyse’’ onu yazıyor, ama sloganlardan, politik analizlerden uzak tutuyor kendini. Yazdıkları, hepimizin bildiği, çoğumuzun çok uzak olduğu bir coğrafyanın acıları, korkuları, özlemleri. Ama hepsini edebiyatın ince, duygulu süzgecinden geçirerek aktarıyor; aslında hiçbir şey bilmediğimizi, sadece bildiğimizi sandığımızı vuruyor yüzümüze. Suzan Samancı, Türkiye'nin edebiyat dünyasında, ‘‘farklı’’ bir ses olarak boy gösteriyor.

Onun kenti

Diyarbakır, eskiden Doğunun Parisi olarak anılmayı haketmiş besbelli. Ama artık mihrabı bile yerinde görünmüyor. Tarihin birinde Karacadağ, öfkeli bir ejderha gibi lavlarını püskürttüğünde oluşan gri bazalt taşları, kimbilir hangi kölelerin kaç yıllık emeğiyle yaratmış, yukarıdan bakıldığında kalkan balığını andıran surlarını.

Bugün kalkanın slüeti belirsiz; göçün için için kemirdiği şehir, kalkanın dışına uzayarak deforme olmuş. Yoksulluğun kendine has görüntüleri, kokuları kaplamış her yanı. Urfa'dan getirilen beyaz taşlarla, bazaltın karışımından yaratılan çizgili, otantik yapılar bile kurtarmıyor görüntüyü. Cahit Sıtkı Tarancı'nın müze haline getirilen evi de, Devlet Tiyatrosu da, doğu usulü Galeria da... Dinsel ve kültürel tarihin bekçisi kiliseler, camiler, evler harap halde. Hevsel bahçeleri, karpuz tarlaları çoktan doldurmuş şaşaa dönemini. Dicle kimbilir kaç zamandır dellenmiyor asi Fırat'a; cılız bir derecik gibi akıyor, kendi halinde.

Babası

Köyün ilk okuyanı. Çünkü köye biri gerekiyor ki, jandarma geldiğinde Türkçe konuşabilsin, tapu kayıtlarından anlayabilsin. O dönem, bir köylü çocuğunun gönderilebileceği en iyi okul, İmam Hatip. Babası, imam hatipten sonra Ankara'da İlahiyat'ı okuyor. Uzun yıllar din dersi öğretmenliği yapıyor. Ama ‘‘komünist’’ damgası yiyen bir din dersi öğretmeni! Bu yüzden hayatı sürgünlerle geçiyor.

İlk sürgün yeri

Nevşehir. Suzan Samancı, sekiz yaşındayken tanışıyor sürgünle; Kürtlerin kuyruklu olduğuna inanan, ‘‘Gııı, bunlar Kürdümüş, konuşmayı da bilmiyoolaa’’ diye konuşan insanların çocuklarından, ‘‘babası gomonist’’ diye Kuran kursunda dayak yiyerek... Yalnızlık duygusunu, onlar gibi ‘‘Nöörüyon?’’ diye konuşmaya çalışarak, okuyarak ve yazarak hafifletmeye uğraşıyor.

Günlük korkusu

Deliler gibi yazdığı günlüklerini, hep okunacak korkusuyla yokediyor sonradan. Şimdi üç kitabı yayımlanmış, dördüncüsü yayımlanmayı bekleyen bir yazar olduğu halde, o günlerden kalma korkuyla, hálá günlük yazamıyor!

Suzan ortasondayken Diyarbakır'a dönüş yapıyor aile. O ise magazin gazetelerine şiirlerini, öykülerini göndermeye başlamıştır artık. Ümit Yaşar Oğuzcan'ın seçtiği ilk şiiri, Kelebek'te yayımlanıyor. Bir aşk şiiri bu, oysa o sıralar yaşıtları meydanlarda, sokaklarda yumruk havada yürümekte. O ise parka giymediği gibi, makyaj da yapıyor! Diyalektik Materyalizm okumasını isteyen kız arkadaşlarına aldırmayıp, Simone de Beauvoir'ı keşfediyor. Kendini tanımaya başlıyor onunla. Kızların ve annelerinin nakış yapmakla varolduğu ortamlarda ‘‘kadın haklarını savunan’’ bir garip yaratık oluyor. Sevilmiyor.

Ev kadınlığı

19 yaşında evleniyor. Sadece bir yıl dayanabiliyor ev kadınlığına. Oysa o üniversiteye ‘‘yazacağım’’ diye gitmekten vazgeçmemiş miydi? Memuriyet tekliflerini, aynı nedenle geri çevirmemiş miydi? Bir gün aynanın karşısına geçerek şöyle diyor: ‘‘Yazmak yalnızlık gerektirir, ayağını kır, otur evde!’’ Sonra bir güzel ağlıyor. Ertesi gün yazmaya başlıyor. Ama yazmak o kadar kolay değil ki. Bir yandan geleneksele yazılmış çevresiyle, bir yandan kendiyle mücadele ederek, bunalımdan bunalıma sürüklenerek, yani acı içinde gerçekleştiriyor bu arzusunu.

Şairlik

Yıl 1985. Elle yazılmış ilk şiir dosyasını Attila İlhan'ın yönetimindeki Sanat Olayı Dergisi'ne gönderiyor. 1986 ve 87'de toplu şiirlerine yer veriyor dergi. Suzan Samancı sevinçten uçuyor. Bekir Yıldız'dan ‘‘Kitap çıkar’’ önerisi alıyor. Ama ‘‘bir kitabın sorumluluğunu üstlenebilecek’’ seviyede görmüyor kendini. Bugün 13 yaşında olan ilk kızı üç aylık o zaman.

Öykü yazarlığı

Bir gece, aylardan aralık, müsvedde kağıdı bitmiş. O yılın takvimi de bitmek üzere, son yaprağı koparıyor, sabah beşe kadar oturup, arkasına ilk öyküsünü yazıyor: Kılağılaşan Hüzün. Sabah, eşine bir yıl içinde kitap çıkaracağını söylüyor.

VE KİTAPLAR

‘‘Eriyip Gidiyor Gece’’, yol göstereni olmadığı için imla ve dil hatalarıyla dolu bulduğu amatör bir kitap ona göre. Yedi cumhuriyet altınını satarak yayımlatıyor. Anlattığı, kadınlar ve yaşadıkları sorunlar... Zaten yüzüne tuhaf tuhaf bakan; yaşadıklarını konuşmak, öykülerini paylaşmak istediğinde gözlerini kaçırıp televizyona bakan, mutfağa seğirten kadınlar, bu kez, ‘‘Sen niye aykırısın, niye bizim huzurumuzu bozuyorsun, ne hakkın var beceriksizliğimizi yüzümüze vurmaya’’ diyorlar sanki. Ve madalyonun öteki yüzü: Eleştirmenler, neden yaşadığın yörenin ‘‘asıl’’ gerçekleri yok kitabında, diye eleştiriyorlar.

Cevabı kafasında: Korku! ‘‘Bilmiyorum, bir asker gibi bana dur mu dedi küçüklüğümden beri bilinçaltıma yerleşen şeyler. Aklımda hep o dize, 'Her köşe başında kimlik soruyorlar bana/Açıp göğsümdeki yarayı gösteriyorum.' Ama giderek bu korkuyu yendim ki, ikinci kitabı Reçine Kokuyordu Helin (Can Yayınları, 1993) ve üçüncü kitabım Kıraç Dağlar Kar Tuttu (Can Yayınları 1996) tamamen içinde yaşadığım koşulları anlatan öykülerden oluşuyor.’’

Ve bundan sonra da öyle olacak gibi görünüyor. Bir eleştirmenin onun hakkında söylediği gibi, Samancı, ‘‘Kürt realitesini edebiyata sokma cesaretini gösteriyor.’’

Ne yazabilirim

Türkler kızıyor

Dördüncü kitabım bir roman. Ama Can Yayınları, ‘‘taraflı olduğunu’’ belirterek yayımlamayı reddetti. İnsan yazdığı zaman ister istemez taraf olma hali doğar. Bana en çok sorulan soru ‘‘Siz objektif olduğunuza inanıyor musunuz?’’ Belki başkasına bu kadar sorulmuyor bu soru. Kabul edilmeyen bir gerçek var. Ben başka birşey bilmiyorum ki... Burada insanlar ölüyor, günde yedi sekiz kişi yere seriliyordu. Geceyarısı uyanıyorsunuz, komşunun evi basılmış. Müthiş bir gerilim içinde yaşadık yıllarca. Sıra bize ne zaman gelecek diye bekledik. Ben bunlarla sarıp sarmalanmışım, yatıp kalkmışım, başka ne yazabilirim.

Kürtler de...

Daha politik, keskin, slogan türü yazı bekleyenler var. ‘‘Süslü anlattığım için’’ kızanlar var. Korktun mu diye soranlar var. Ya niye korkayım, edebiyat yumuşak bir danstır, dolaylı anlatımdır, ben zaten çözüm üretemem, ancak gerçeklere işaret ederim. Duygulara hitap etme, insanı hedef alma, insan psikolojisi üzerinde durmaya çalışıyorum. Direkt olarak tarihe tanıklık edersem, günceli yazarsam, bu sorun çözüldükten sonra öykülerim yaşar mı? Yaşamaz, tarihi bir belge olarak kalır. Rusya'da, Fransa'da toplumsal çalkantıların olduğu dönemde çok büyük yapıtlar çıkmıştır. Her edebiyatçı kendi yöresinin toplum bilimcisidir de.

İki kültürde acı çekmek

Doğduğu, yaşadığı ve yazdığı ortam ne kadar katı, kaba gerçeklerle dolu olsa da, Suzan Samancı'nın kaleminden asla böyle yansımıyor. Hatta tasfire, özellikle doğa tasfirine çok önem veren kaleminden çıkanlar, yer yer eski klasikleri çağrıştırıyor. Dili ise oldukça modern, sade. Kimisinde ‘‘batılı’’ biri, kimisinde erkek, kiminde bir gerilla, kiminde asker annesi olduğu öykülerinde doğa tasviri kadar önemli olan başka şeyler de var:

Sesler

En çok silah, helikopter sesi.

Duygu

Korku!

Yüzler

Kırışık. Özellikle kadınlarınki. ‘‘Bir de dişleri yoktur, karanlık kuyu gibidir ağızları. Yetersiz beslenme ve yoksulluktan.’’

Görüntü

Kıraç doğa, çiçek-böcek, gerçekte öyle olmasa da deli gibi akan, kabaran Dicle, hayallerindeki gibi...

Koku

Kil ve şıra, bir de yoksulluğun kokusu.

Ona bir de, ‘‘Türkiye'nin doğusunda olmakla, batısında olmanın edebiyat açısından nasıl bir farkı olduğunu’’ soruyorum. Şöyle diyor: ‘‘El değmemiş bir kültür. Malzemem çok. O açıdan müthiş şanslıyım. Acıların, çalkantıların olduğu yerde güçlü edebiyat çıkmıştır tarihte. Ben umutluyum, burası birçok iyi şeye gebe. Bu bölgenin içinde yoğrulan insanlar, büyük bir inatla, aşkla sarılırlarsa güçlü şeyler doğuracaklardır. Şanssızlığım ise, üvey evlat muamelesi görmek. Kabul edilmeyen bir gerçeği yazıyorsun.’’

Kürt olanlar, ‘‘Sen bir Kürtsün, Kürt diline katkıda bulunman lazım’’ diyerek Türkçe yazmamı eleştiriyor. Onları haklı buluyorum ama madalyonun öbür yüzü de var: Yasaklanmış bir dilde yazmak kolay mı? Benim Kürtçem edebiyat yapacak kadar yetkin değil. Bilinçaltı olayıdır da aynı zamanda yazmak. Türkçe düşünüyorum, rüyalarımı Türkçe görüyorum. Kendime pek güvenemiyorum Kürtçe yazmak konusunda. Belki ileride, dilimi geliştirirsem, ortam korkusuz olursa... Ama anadilimle yazamamanın burukluğunu da duyuyorum. Linguistik bir dram yaşıyorum. İki dilde, ikili kültürde acı çekmek! Ne onsuz, ne onsuz olabiliyorsun. Bizim dilimizde sözlü edebiyat çok zengin ama yazılı edebiyat yok. Yeni yeni yazılıyor. Ben aslında zoru seçtim, yıllardır varolan Türk edebiyatında Diyarbakırlı bir Kürt kadını olarak ve buradaki gerçekliği edebi olarak anlatarak varolmaya çalıştım. Ben Türkçeyi de seviyorum ayrıca.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!