Murat Bardakçı: Kadirist Padişah İbrahim

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Günlerden beri konuşulan malûm taciz hikáyesinden ben pek birşey anlamadım. Hikáyenin kurgusunda bana bir gariplik varmış gibi geldi ve üç buçuk asır önceden kalan bir başka garip hadiseyi hatırlattı: İpşir Paşa'nın karısının öyküsünü... Sultan İbrahim 1648'de Anadolu’daki kumandanı İpşir Paşa'nın karısına göz koymuş, ‘‘avratı İstanbul'a getirme’’ vazifesini vali Varvar Ali Paşa'ya vermiş, Ali Paşa ‘‘Bre ben pezevenk miyim?’’ deyip isyan etmiş ama namusuna sahip çıktığı İpşir Paşa tarafından kafası kesilmişti.

Son günlerde hemen herkesin konuştuğu malûm taciz hikáyesinden ben doğrusu pek birşey anlamadım.

Nasıl anlayayım ki? Bir yanda çeyrek asırdır herkesin gözü önünde ve genç kızların ruyalarında duran ama hiçbir zaman böylesine bir suçlamaya uğramamış olan bir jön var, öbür tarafta ise şöhreti bu hadiseden sonra yakalamış gibi görünen genç bir kız. Kızın esas sevgilisi ve arkadaşlıkları filim setinin dışına çıkmadığı söylenen bir başka erkek arkadaşı da dekoru tamamlamada... Gelin, işin içinden çıkabilirseniz çıkın bakalım!

AVRAT PEK DE GÜZELMİŞ

Agatha Christie'ye ve hatta Sir Canon Doyle'a bile parmak ısırtacak derecede arapsaçıa benzeyen bu dijital taciz hadisesi, bana bundan 350 küsur yıl öncesinden kalan ama aslı bir türlü anlaşılamayan kanlı, kadınlı, tácizli vesaireli bir başka macerayı hatırlattı: İpşir Paşa'ya ait ‘‘güzel avrat’’ın öyküsünü...

Sene 1648'di, Osmanlı tahtında Sultan İbrahim vardı ve devlet çok büyük sıkıntıdaydı. Yıllardır devam eden savaşlar bir türlü bitmek bilmiyor, Anadolu'daki isyanların biri bastırılmadan öteki patlıyor, valilikler rüşvet mezatına çıkıyordu. Hazine tamtakırdı ve bütün bunların yanısıra, üstüne padişahın aklından zoru olduğu söyleniyordu.

İstanbul sarayına sadece ve sadece israf hákimdi. Samur kürkler moda olmuştu, her yere samur döşeniyordu ve cephelerde yaşananları kimse hatırına getirmek istemiyordu.

Valilerin vazifeleri arasında padişaha ‘‘harçlık göndermek’’ de vardı. Sıra günün birinde Sivas valisi Varvar Ali Paşa'ya geldi ve İstanbul'dan Sivas'a gelen bir saray memuru, Varvar Ali Paşa'dan ‘‘30 bin kuruş harçlık’’ istedi.

Paşa padişahın adamını ‘‘Sivas'ın tek kuruşu yok! Bu parayı nereden vereyim? Yol keserek halkın malını mı soyayım’’ deyip geri gönderdi. Artık bir müddet de olsa rahat bırakılacağını zannediyordu ki, hemen üstüne bir başka saray memuru daha geldi. Hükümdarın canı bu sefer bambaşka bir şey çekmişti: Anadolu'daki kumandanlardan biri olan İbşir Paşa'nın karısını... Kadının güzelliğini anlata anlata bitiremeyip ve ‘‘Bu avrat sadece siz efendimize láyıktır’’ diyenler aklı zaten başında olmayan padişahı daha da azdırmışlar ve Sultan İbrahim Sivas'a ‘‘İbşir'in avradı tez bana gönderile’’ diyen bir ferman yollamıştı.

Vali Varvar Ali Paşa ‘‘Bre ben pezevenk miyim? Bir Müslüman ádemin nikáhlı avradını elinden alıp padişah bile olsa bir başka herife nasıl veririm?’’ dedi ve saraydan gelenleri tekme-tokat kapıdışarı etti. Sonra ‘‘Devlet elden gidiyor’’ deyip isyan bayrağını açtı, hemen asker topladı ve Sivas'ı bırakıp Tokat taraflarına gitti.

İsyanı haber alan saray bu sefer daha da garip bir iş etti, isyanı bastırma vazifesi güzel karısını Varvar Ali Paşa'nın sayesinde padişaha kaptırmayan İbşir Paşa'ya verildi. İbşir Paşa ‘‘Asiyi tez zamanda yakalayıp tepeleyesin! Ya başı, ya başın!’’ buyuran padişahın daha birkaç gün önce ‘‘Avradını hemen bana yollayasın’’ dediğini unuttu, ‘‘Ferman efendimizindir’’ deyip Varvar Ali Paşa'nın peşine düştü. Ali Paşa'yı Tokat taraflarında kıstırıp yakaladı ve tam celláda vereceği sırada Ali Paşa herkesin içinde ‘‘Ulan, ben senin avradının ırzını korumak için isyan etmiştim. Senin gibi herifi benim üzerime musallat etmelerinin sebebi budur, bilmiyor musun? Beni Allah'ın emrine karşı çıkmayıp da namusunu koruduğum için mi katledeceksin pezevenk?!’’ deyiverdi. İbşir Paşa kızarıp bozardı ama onun nazarında padişahın emri kendi namusundan da üstündü, celláda bir işaretiyle namusunun bekçisi Varvar Ali Paşa'yı canından etti. Sadakati karşılıksız kalmayacak, kısa bir zaman sonra sadrazamlığa getirilecekti.

İŞİN İÇİNDE BAŞKA BİR İŞ VAR

Bundan üç buçuk asır öncesinin kanla biten taciz öyküsü, işte böyle. Ben, ne yalan söyleyeyim, Sultan İbrahim'den sonraki devirlerde yaşamış devlet tarihçilerinin yazdığı bu hadisenin doğruluğuna nasıl inanmayıp da ‘‘Bu işin içinde bir başka iş var’’ diye düşünüyorsam, son haftalarda dillere destan olan cep telefonlu taciz masalına da pek akıl erdiremiyorum.

İstanbul’un en namlı

tacizcisi Fehim Paşa’ydı

Fehim Paşa, taciz tarihimizin en gelmiş geçmiş önemli ismiydi. 1873'te İstanbul'da doğdu, Sultan Abdülhamid'in sütkardeşi ve esvapçıbaşısı olan İsmet Bey'in oğlu olduğu için çocukluğu sarayda geçti. Hükümdarın yaverleri arasına katıldı ve 25 yaşında iken ‘‘Paşa’’ yani ‘‘general’’ oldu.

1800'lü yılların sonlarında İstanbul halkının en korktuğu ve en nefret ettiği birkaç kişiden biriydi. Başında bulunduğu ve çeteyi andıran bir hafiye örgütüyle ortakığı kasıp kavurur, haraçtan rüşvete, tacizden tecavüze kadar her türlü pisliğe bulaşırdı.

İstanbul'un neresinde güzel bir kız veya kadın görse elde etmek için akla gelen her türlü yolu deneyen Fehim Paşa gün geçti, hızını alamadı ve yabancılara da musallat olmaya başladı. Elçilikler Paşa'nın marifetlerini protesto etttiler. Abdülhamid ilk zamanlarda şikáyetleri başından savmaya çalıştıysa da işler ayyuka çıkınca ciddiye almaya mecbur oldu ve süt kardeşinin oğlunu Bursa'ya sürgün etti. Paşa birkaç sene orada yaşadı, 1908'de Meşrutiyet'in ilánından sonra halkın birşey yapmasından korktu, Bursa'dan gizlice kaçmaya çalıştı. Kaçarken tanındı, yakalandı, önce bir güzel dayak yedi, sonra da linç edildi.

Merdiveni bırak, İstanbul’a bak

Mimarlar Odası’na

naçizáne tavsiyem:

İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ndeki restorasyona karşı çıkan Mimarlar Odası’na naçiz bir tavsiyem var: Etrafla uğraşmayı bırakın ve çirkinliklerle doldurduğunuz İstanbul’dan artık bir özür dileyin!

Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürü Dr. Alpay Pasinli çok güzel bir işe imzasını attı, daha önceleri senelerce başında bulunduğu İstanbul Arkeoloji Müzeleri'nde bina restorasyonu hamlesi başlattı.

Elden geçirlen ilk yapı, Arkeoloji Müzeleri kompleksi içerisindeki Eski Şark Eserleri Bölümü'ydü. Bina Garanti Bankası'nın sponsorluuğunda baştan aşağı restore edildi, klasik ortamda çağdaş bir müze haline getirildi ve geçen hafta verilen bir davetle hizmete açıldı.

Ama restorasyon sırasında beklenmedik, garip, hatta garipten de öte bir iş oldu:

Binayı 1883'te o zamanın önde gelen Avrupalı mimarı Alexandre Vallaury yapmıştı ve girişte şık bir mermer merdiven vardı. Ama inşaattan 80 sene sonra güzelim merdiven her nedense birilerinin gözüne batmış, yıktırılmış ve yerine salaş bir sundurma konmuştu.

Restorasyonda bu garabet ortadan kaldırıldı, eski mermer merdivenin eşi inşa edilip bina asıl haline getirildi ve gariplik işte bundan sonra yaşandı.

Adına ‘‘Mimarlar Odası’’ denilen kuruluş, yani hakikaten sanatkár olan birkaç üyesinin dışında İstanbul'u ikrah ettiren yapılarla, burunsuz, dümdüz, çatısız, birbirinden çirkin ve estetik fakiri binalarla doldurup şehrin siluetinin canına okuyan zevatın bağlı olduğu ‘‘oda’’ devreye girdi. Kültür Bakanlığı'na yazılı bir müracaat yaptı ve faaliyetin ‘‘ivedi olarak durdurulmasını’’ istedi. Zira binanın eski güzel haline getirilmesi onlara göre ‘‘vahim bir müdahale’’ydi, bu işi yapılırken ‘‘müelliflik ve telif hakları’’ -bu bozuk ifade ‘‘oda’’ya aittir- çiğneniyordu. Anlayacağınız, hukuku kendi kafalarıyla yorumluyor, ‘‘zevksizliğimizin mahkûmu olan inşaat sahipleri imzamızı taşıyan çirkinlikleri asla ve kat'a yıkamazlar’’ gibisinden ahkám kesiyorlardı.

Allahtan ‘‘oda’’nın bu Karakuşî müdahalesi ciddiye alınmadı ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri geçmişteki güzelliğine yeniden kavuştu.

Benim ‘‘Mimarlar Odası’’ adını takınıp bu adın arkasına gizlenen zeváta naçiz bir tavsiyem var: Size daha önce de söylemiştim; bu işleri bırakın, oturup günah çıkartın ve bu hale getirdiğiniz İstanbul'dan samimi bir özür dileyin!..

Yazarın Tüm Yazıları