Mümtaz Soysal: Niçin İsviçre?

Mümtaz SOYSAL
Haberin Devamı

Köpeği öldükten aylar sonra mumyalanmış halini görünce Atatürk'ün ne kadar üzüldüğünü Bekir Coşkun yazmıştı geçenlerde. İnsan ya da hayvan olsun, sevdiklerimizi cansız görmek, acıdan öteye çaresizliğin de son mertebesi olsa gerek. Mezarlıkların tek tesellisi budur belki: Gidenin o sessizlikte dinlendiğini veya bilinmez yolculuğa oradan çıktığını düşünebilirsiniz.

Naaş yakmak, bizim ádetlerimizden değil. Ama, bu yolda istekler hiç eksik olmamıştır. Öbür dünyaya inanmayanlar, hem kalanları zahmetten kurtarmanın, hem de bir kavanozluk küle indirgenen yaşamla ölümdeki anlamsızlığı anlatmanın en kolay yolunu bu olarak görürler. Kalanların ise, her zaman bakılabilen, hatta ellenebilen böyle bir kalıntıyla teselli buldukları söylenir.

Böylesine ‘‘bedhah’’ bir konuyu durup dururken pazar sabahı ele almanın tek nedeni, ünlü ‘‘Tribune de Geneve’’ Gazetesi'nde dün çıkan bir yazı: Zürich yakınlarındaki Nürensdorf sakinlerinden Bayan Karin Derrer'in ‘‘hayvan ölüsü yakma ticareti’’ üzerine.

İnsanlar ve hele tek başına yaşayanlar, kedi, köpek, papağan gibi evcil hayvanların ölümüyle içine düştükleri yalnızlığı onlardan kalan ve yanlarında taşıyıp seslenebildikleri bir küçük kavanoz külle aşabiliyorlarmış. Yazı, can yoldaşı hayvancıklarını gözyaşlarıyla getirip Bayan Derrer'in fırınlarından birine kendi elleriyle yerleştiren, yanına kemik taklidi ya da top gibi oyuncaklarını koyan ve ardından son dualarını eden insanları da anlatıyor. Bazıları, ruh vücuttan çıkıp hayvanlar cennetine gidebilsin diye cesedin yakılmadan önce iki gün bekletilmesini istiyorlarmış.

Ayrıca başka tören istenmiyorsa, bir yakışın ücreti, KDV'siyle birlikte 53.75 İsviçre Frangı. Yani, yaklaşık 17-18 milyon lira. Bayan Derrer'in 50-60 hayvan ölüsü yaktığı günler oluyormuş.

Yazıyı kimi insanlarda hayvan sevgisinin hangi rikkat ölçülerine vardığını görüp hüzünle okuduğunuz gibi, Chateaubriand'nın ‘‘İsviçre dediğiniz, tarafsız kalarak çevresindekilerin felaketleriyle zenginleşen bir ülkedir’’ sözünü anımsayıp ticari yaratıcılık konusunda insafsız yargılara da varabilirsiniz.

1970'lerde Cambridge Üniversitesi'nden Jonathan Steinberg adında bir tarihçi ‘‘Niçin İsviçre?’’ diye bir kitap yazmıştı. Ona göre, iç içe girmiş iki soru demekti bu: Birincisi, ‘‘Okunacak bunca kitap varken, insan niçin böyle bir can sıkıcı ülke konusunda kitap okusun?’’ sorusuydu. İkincisi de, ‘‘Doğal sınırları belirsiz, dört ulusal dili, üç resmi dili olan, banka sayısı dişçi sayısını aşan, yüzyıllardır savaş yüzü görmeden vatandaşına dünyanın en sıkı ve sürekli askerlik eğitimini veren böyle bir ülke niçin var?’’ demekti.

Tarihçinin o zaman vardığı sonuç aşağı yukarı şuydu: ‘‘2000 yılındaki Avrupa'nın nasıl bir şey olacağını kestirmek isteyenler, dıştan tekdüze, sakin ve turizm kazancından başka şey düşünmez gözüken bu ülkenin mayasındaki renklilikten, çok uzak geçmişindeki mezhep ya da sınır kavgalarından ve özündeki çok yönlü üretkenlikten nasıl bir birleşme çıktığını bilmelidirler.’’

Haksız mıymış? Avrupa Birliği'ne hálá üye, hatta aday bile olmayan İsviçre, böyle bir birlik modelini çoktan yaratmış ülke olarak sakin bekliyor.

Yazarın Tüm Yazıları