Ömer Erdem

Tarihin içinden bir insan tecrübesi

16 Haziran 2023

Günlük tutmak ile hatırat yazmak arasında esaslı farklar var. Yaşananların günü gününe, açık, özgürce ve hesapsızca yazılmasından olacak, hatırata rağmen daha zor ve zorlu bir yol günlük. Hatırat ise her şeye rağmen geçmişin an içinde ve anın şartlarının gözetilerek elekten geçirilmesi. Hatta bir geçmiş tamiri. Bununla birlikte her hatırat tarihin büyük bünyesine atılmış şahsi bir çentik sayılır. Eskiden yeniye geçişte en kritik eşik kabul edilen ve her yönden büyük gerilim ve dönüşümlerin yaşandığı 2. Abdülhamid ve sonrası hâlâ cazibesini koruyor. Mustafa Asım’ın (Çalıkoğlu) tefrika edilen hatıratının büyük kısmı 2. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ve Cumhuriyet’in kurulmasından sonra yazıldığı için savunma içgüdüleriyle dolu. Herkes uzun sürmüş bu büyük baskı rejiminin içinde yaşarken hakiki duygularını ve fikirlerini tam yazmıyor. Bu kadar geniş cepheli bir saldırının olması akla çok içten bir bağlılığın da yaşandığını düşündürtüyor.
Mustafa Asım Çalıkoğlu, Girit’ten başlayıp da İstanbul’a uzanan anıları boyunca ilkin uzun uzun 2. Abdülhamid ve dönemi üzerinde duruyor. Bir gazeteci olarak Ahmet Midhat Efendi’nin yanında başladığı kariyerini dönemin akışına göre şekillendirmiş, Reji İdaresi dahil pek çok işte çalışmış, tercümeler yapmış, İttihatçılarla beraber olmuş, Serbest Cumhuriyet Fırkası ve CHP’de politika yapmış bir şahsiyetle karşılaşıyoruz. Onun uzun ve değişken hayatı aslında Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e yaşadığımız arayış ve çekişkilerle örülüdür. Eksik kalan hatıralarında daha çok bir gözlemci gibi gözükür. Gazeteci yanı adeta ağır basar. Gerçi, Serbest Cumhuriyet Fırkası kapatılınca Ali Çetinkaya ile arasında geçen konuşma gibi altın değerinde pasajlar da vardır. Devlet gücünü kuşananın en yakınlarındakini bile nasıl yediğinin tipik bir örneğidir bu bölüm.
Dönemin her genci gibi Avrupa’ya kaçmak hayali kuran, Yıldız korkusuyla dolu, hürriyet özlemiyle yanıp tutuşan tutuşan Mustafa Asım, Neyzen Tevfik ile arkadaşlık etmenin yanı sıra Alman İmparatoru 2. Wilhelm’in İstanbul ziyaretinde fotoğraf çekmiştir. 1911-16 arasındaki Babıâli Yokuşu’nu anlatması içeriden ve daha canlı gözlemler içerir. Girit’e dair yazdıkları ise ayrıca dikkate değer. Eski İstanbul hayatı, çocukların okula başlayışları, şehrin çehresi, dönemin önde gelen şahsiyetleri kalem değdirdiği konular arasındadır. Ayrıca bugün güncelliğini koruyan Suriye meselesi üzerinde de durur. Günlükler tutar.
İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Meşrutiyet bölümünde Mustafa Asım hayli detaylı bilgi paylaşır. Yer yer dönem romanı pasajlarını hatırlatan tanıklıklar romancılar için kaynak niteliğinde. Hatıraların en içeriden bölümü burası sayılabilir. Masonluk ve İttihatçılık konusundaki bağdaştırmaları ise şapka çıkartacak ölçüdedir. Resneli Niyazi (geyiği dahil) ve Makedonya meselesi üzerinde uzunca durması, Selanik’te olup bitenler onun gözünden bir kez daha can bulur. Tarih biraz da insan tecrübesi ise eğer, Mustafa Asım Çalıkoğlu onun bir adı kabul edilebilir.

DEVR-İ HAMİD’DEN MEŞRUTİYET’E 
GÜCÜMÜZÜ HÜRRİYET AŞKINDAN ALDIK

Yazının Devamını Oku

Tabiatta yalan yok

9 Haziran 2023

Şairlik de kendi içinde pek tabii bir haldir ve oradan doğan şiirle mutlak değer ilişkisi içindedir. Metin Eloğlu için ise ‘şair tabiatı’ kelimenin tam manasıyla kendisine özgüdür. Mizaçla biçim, içerikle arayış birleşir, aynı hizaya gelir onda. Bu sebepten ‘Baktım ki tabiatta yalan yok’ mısraı pekâlâ bir karakter yansıması diye yorumlanabilir. Zaten, ‘Düdüklü Tencere’, ‘Sultan Palamut’, ‘Ayşemayşe’, ‘Horozdan Korkan Oğlan’, ‘Odun’ vb. sıradışı kitap isimlendirmeleriyle artistik olanın yeni doğasını çalıştırır Eloğlu. Onu ilginç olduğu kadar değerli kılan, bütün bunları hep dile bağlı kalarak yaratıcı hamlelerini ilerletmesidir. 1959 tarihli ‘odun’ ve 1961’de basılan ‘horozdan korkan oğlan’ dönem şiiri kadar Eloğlu şiirinin çizgisine oturur.
1958-62 arasında İkinci Yeni şiirinin tipik kitapları arka arkaya gelir. Modern şiir teknik olarak tamamlanmakla kalmaz her şair kendi insanını da şiire taşır. Edip Cansever’in süzülmüş, seçkin şehirli ve elit insanı Metin Eloğlu’nda kendine has bir espriyle adeta daha sıradan vatandaşa dönüşür. ‘odun’, ‘horozdan korkan oğlan’ vasfı seçkinlerin değil sıradan insanların olabilir. Garip Şiiri’nin karikatürize ettiği kadar karakterize de ettiği sıradan kentli kişi ayağa kalkar burada. Dilsel sürçmeler kadar dünyayı tersinden okuyan zekâsıyla kendisine ayrıksı bir yer edinir. ‘Anı’ ateşleyici temel faktördür bu şiirde. ‘Yarındaki dün’ çekişmesinde olduğu gibi bir sürek enerjisi içerir. Ayrıca, doğa olan tabiat, şehrin, İstanbul’un peyzajlarından süzülür, insani oluşun fırfırları yapılır; ‘Ellerimiz el olmadıktan sonra/ Vazgeçelim be kardeşler/ Aklımız akıl değilse/ Gönlümüz gönül değilse/ Gücümüz boşunaysa/ Vazgeçelim olsun bitsin/ Böyle yarı yalan yarı yanlış/ Yaşamakta fayda yok.’ Fakat, yaşamak adınadır bütün bu sözler. Hayat bilinçle ve özellikle yüceltilir. Çünkü Eloğlu’na göre ‘İnsan yaşarken varır bir ölmezliğe’.
‘odun’ bir yönüyle fragman bir kitap sayılabilir. ‘horozdan korkan oğlan’ ile yan yana okunduğunda bazı dilsel deneyimlerin burada tam yerini bulduğu görülür. ‘Yaşanık’ şiiri bu gözle okunmaya değer. ‘Artımlı tohumgaç bir ürün müydün sarıcık/ Tekinsiz bir konuk muydun o soyut odalarda/ Alilendin mi bu ara Ayşelendin mi hiç/ İzmirlediğin Muşladığın oldu mu/ Ekmeğin sapa mıydı urban iğreti miydi/ Ekşisi gerçek miydi limonların/ De bana’. Şair, ardık dediklerini dilsel kaydıraklarla gezdirir rahatlıkla. Biraz ham gibi biraz fazla cesur fakat ‘olmazlığın hem aykırı hem kaba’ doğasını aramakta hep istekli.
Eşcil, yaşanık, çılgar, aşklama, gidişen, değilleme, ça ça ça, umu, hadi adyö gibi şiir adları bile Metin Eloğlu’nun şiiri hangi ‘sapa’da aradığını gösterir. ‘...ben buyum, ne güzel huy bu’ dercesine yeni tabiatını dokur şair şiirler boyunca. Hayat onda ‘yıllardır kulaçladığı su’ gibidir ve alabildiğine ona dalmaktan geri durmaz. Resim sanatıyla da yakından ilgilenen şair, adeta renkleri karar gibi kelimeleri değiştire değiştire Metin Eloğlu uzayını keşfeder. Onu tabiat kılar.

ODUN 
HOROZDAN KORKAN OĞLAN

Yazının Devamını Oku

Bizanslıların şiiri

13 Ocak 2023

Bizans kelimesi dilimizde ötekiyi anlatmanın neredeyse tam karşılıklarından biridir. Oysa Anadolu hikâyemiz onunla başlar. Bunca içimize girmiş olan bir kültürü, tarih ve coğrafyayı dışımızda tutma isteğimiz ilginçtir. Oyunun, entrikanın, kötünün sembolü saydığımız Bizans şiirde nasıl bir manzaraya sahipti? Gerçi gücün yüceltildiği her yerde kültür ve sanat gölgede kalır. Bizans’ın da açık ve örtülü her tür iktidar algısının içinde gösterilmesinden dolayı şiiri de bilinmezliğe mahkûm edilmiştir sanki. Oysa yaklaşık bin yıl sürmüş Doğu Roma’dır Bizans. Konstantinopolis başta olmak üzere çok farklı merkezlerde klasik Yunancanın Attika lehçesi ile yazılmış ve Hıristiyan kültürü ile harmanlanmış şiirler üretilmiştir. Antik Yunan geleneğine bağlanması yanında Homeros ve Hesiodos’u model alması başlıca özelliğidir bu edebiyatın.
‘Bizans Şiir Antolojisi/4-15. Yüzyıllar’ kitabını hazırlayan Siren Çelik bu sürprizli dünyayı ana hatlarıyla önümüze seriyor. “Bizans edebiyatı nedir?” sorusu eşliğinde ‘çok geniş topraklarda farklı ırktan, dilden ve dinden insanlara hükmetmiş’ Bizans’ın Yunanca, Latince, Arapça, Süryanice, Koptça, Ermenice ve Slavcadaki şiirsel dışavurumuna dikkat çekiyor. Uzunca süre görmezden gelinen hatta değersiz bulunan Bizans edebiyatına geniş bir toplamın aralığından bakmamıza imkân sağlama amacı güdüyor. Böylece, her ne kadar Bizans’ta edebiyat terimini karşılayacak bir kelime bulunmasa bile ‘logos’ içinde görebileceğimiz metinlerle buluşturuyor bizi.
Yüksek eğitim görmüş kişilerin yazdığı sofistike eserlerden oluşan Bizans şiiri; hocalar, bürokratlar, din adamları, askerler ve hükümdarlar tarafından yazılıyor. İçlerinde birkaç kadın yazara da rastlanıyor. ‘Hıristiyanlığın toplumun en önemli kültürel değerlerinden birini oluşturduğu’ Bizans’a bu gözle de bakma imkânı veriyor seçilen şiirler. Özel gün ve olaylar, tarih, hukuk, dil, bilim yanında dini temalar ve herhangi bir maksada bağlanmaksızın kendiliğinden yazılmış şiirler oldukça farklı bir çeşitlilik sergiliyor. Ayrıca, antikçağdan günümüze en uzun şiir (yazıya geçmiş demeli) olan ‘Dionysiaka’ bu edebiyata ait sayılıyor. 21 bin 286 mısradan oluşan bu şiirden neden haberimiz yok acaba?
Çelik önce şairler hakkında kısa bilgiler veriyor, sonra da kendisinin çevirdiğai şiirleri sunuyor okura. Hemen her kültürde karşımıza çıkan temaları ve bu yolla insanın hayatla kurduğu teması takip edebiliyoruz. Bir yanda varlığını yüce bir varlık karşısında feda etme düşüncesi, diğer yanda “Artık ağardı saçlarım; büzüşmüş eklemlerim” diye seslenen fanilik duyuşları. Ve bunu takip eden güç ve iktidar kavgaları; “Lakin hiçbir şey yoktur ki ayrışmış olan bu insanları birleştirsin;/doğru iman yüzünden değil (yalan dolandır bu iddia) taht çekilmesi yüzünden ayrışmıştır bu kimseler” mısralarında açığa çıkan, zamanın değişmez meseleleri...
Kadınlar aleyhine mısralar döktürse de Ömer Hayyam’ı hatırlatan şiirler yazan Palladas (Bir sahnedir tüm hayat ve bir oyun/Ya oynamayı öğren, hayatın akışına bırak kendini, ya da sırtlan kederleri), Homeros’a daha ilk mısralarıyla öykünen Panopolisli Nonnos, Ayasofya’yı deniz fenerine benzeten P. Sikentiarios, hamamlara övgüler düzen L. Skholastikos, hedonist zevkleri özgürce dile döken Agathias, İmparator Heraklios’un Pers seferi için şehirden ayrılışını yazan Georgios ve nice şair yer buluyor antolojide. Devlet adamı Theodoros Metokhides’i Khora Manastırı hakkında yazdıklarıyla beraber “Aşkın kalbime yerleştiğinden beri, sanki çift ağızlı bir bıçak kesiyor bağrımı” diyen anonim şiirler. Öyleyse, Diyar-ı Rum biraz da Bizans ile şiir ülkesi sayılır değil mi?

BİZANS ŞİİR ANTOLOJİSİ 

Yazının Devamını Oku

Arap dünyasının keskin gözlü takipçisi: Adonis

8 Aralık 2022

Ne zaman bir Mehmet Hakkı Suçin çevirisi görsem heyecanlanırım. Sadece yetkin bir çevirmen oluşuna bağlı değil bu duygum. Onun nitelikle kurduğu yaratıcı etkileşimin de karşılığı. Adonis, dilimize hatırı sayılır sayıda eseri çevrilmiş bir şair, düşünür, kuramcı. Mehmet Hakkı Suçin ile yan yana geldiklerinde ise Arapça ile Türkçenin ışığı parlıyor.
Yaşadığı zamanı dert edinen ve bu uğurda özgürce yazıp konuşan bir şair Adonis. Bunda Batı’da, Fransa’da yaşama şansına kavuşmasının da payı var. Lakin bir konformist değil o. Kendisini yaratan dilin, Arapçanın bir düşünürü. Arap dünyasında olup bitenlerin ise keskin gözlü bir takipçisi. Bu bağlamda ‘Kitap, Hitap, Hakikat’ güncel bir kitap. Fakat gündelik değil. Sorumlu bir entelektüelin kültürel birikimi, şair sezgisi ve eleştirel aklıyla örülmüş metinlerden oluşuyor. Bazen fragman, bazen deneme, bazen söyleşi formatıyla karşımıza çıksa da her cümlesinde uyanık bir aklın enerjisi var.
Her şeyden önce Arap dünyasında olup bitenlere, antidemokratik uygulamalara, kadın haklarındaki sorunlara, rejimlerin insan ezen yapılarına itiraz ediyor Adonis. Bu itirazı, dini köklerle olduğu kadar asıl insana bağlı faktörlerle temellendiriyor. Bu bağlamda İslam’a içeriden ve dışarıdan gelen eleştirilere bakarken ‘yenilenme’ meselesine sözü getiriyor ve şu yorumda bulunuyor: “O halde mesele, bir din sıfatıyla İslam’ın yenilenmesi değil ona bakış açısının yenilenmesidir, yani Müslümanların yenilenmesidir.” Müslümanı bir insan tipolojisi olarak yeniden tanımlayan Adonis, ilk İslam devletinin doğuşundan bu yana ‘dinin iktidar(lar)’ın ideolojik enstrümana dönüştürülmesi’ne özellikle vurgu yapıyor. ‘Dini kültürel, sosyal ve siyasi bir rejim olmaktan çıkarmadıkça yenilik gerçekleşmez’ ona göre. ‘Soru ve şüpheyi, özgürlük ve yaratıcılığı, reddetme ve aşkınlığı’ getirecek bir akıl önerisidir bu.
Adonis gibi bir şairin, yazı, yazmak, şiir, şair gibi konularda ne söylediğini de buluyoruz ‘Kitap, Hitap, Hakikat’te. Ona göre ‘şiirsel hakikat dini hakikatin aksine meçhulle ve makul olmayanla temas halindedir’. Kopuş kavramını seçer şiir için Adonis. ‘Şiirsel yaratıcılığı sürekli bir kopuş olarak’ tanımlar. Bu vasfıyla şiir, gelişmeci, ilerlemeci, yaratıcı ve devrimcidir. Dini şiir için bir referans görmez. Din doğası gereği sabittir. Şiir ise ‘dinden önce var olan ilk söz kimliğiyle gelişmeye devam etmiştir’.
Arap ve İslam dünyasındaki şiirsel kopuş aslında pek çok sorunu açıklama anahtarını da sunar. Mesela Arap toplumlarında rejimlerin insan silen karakteri, ötekini yok sayma mantığına dayanır. Adonis ise ‘şiir, dilin içinde ve dille birlikte meçhule doğru yani ötekine doğru bir yolculuktur’.
Yazılı ve sözlü kültürün temel karakterine de eğilir şair. ‘Yazmak, kendilikle söyleşme, anlama ve tefekkür etme alanıdır.’ Yazıyı önemser Adonis. Sözellik ise ‘doğaçlama olması nedeniyle yazının aksine, mevcut olmayışın ya da bir yerden bir yere göçün, intikalin işaretidir’. Ve çok yakıcı bir soru sorar. Sorunun muhatabı geçmiş İslam şehirleridir. “Kahire, Bağdat, Şam, Halep ve Fes gibi köklü Arap şehirleri, medeniyete yaratıcı katkı bakımından sadece isimleriyle neden varlıklarını sürdürürler?” Fiilde değil, isimde yaşamanın çıkmazıdır bu.
Hasılı Adonis bir canlı ve poetik akıldır, dönüp bakılası.

Yazının Devamını Oku

İnsanın yeryüzündeki en yaygın etkinliği: Kötülük

25 Kasım 2022

Gazetelerin üçüncü sayfalarına ya da televizyon haberlerine bir süre bakan kişi tam olarak ne hisseder? Her gün tekrarlanıp yenilenen bu haber ve görüntüleri salt merak duygusunun körüklediği bir ilgiyle mi izler, yoksa kendisine birtakım sorular mı yöneltir? Böylesi haberleri okuyup izleyenlerin sayısı milyonları buluyorsa ve her gün tekrarlanıyorsa görüntüler, aslında o büyük soru da sorulmuyor demektir. Belki de kötülük denilen şeyin köklenip yeşerdiği ve neden kötülük her yerde eksilmeksizin var sorusunun büyüdüğü nokta burasıdır. Phillip Cole seküler bir dünya görüşünün kötülüğü izah etmede daha iyi bir performans gösterip gösteremeyeceği, Tanrı veya Şeytan’ın, bu tür doğaüstü güçlerin bulunmadığı bir dünyada söz konusu kavramın içinin boşalıp boşalmayacağı sorusuna odaklandığı ‘Kötülük Miti’nde, ‘insanın kötülüğünü anlamaya’ çalışıyor. Hem de en seküler bağlamda onun peşine düşüyor.
Seküler dünya doğası gereği ‘mit’e prim vermek istemez. Peki buna rağmen mitlerden kopabilir mi insan? En sıradan kötülükte bile mutlak bir arketip saklanıyor olabilir mi? Bu sebepten, kötülüğün en bilindik simgesi Şeytan’a bakar Phillip Cole. ‘İçerideki düşmandır’ o. ‘Yılan veya iblis olarak göründüğü hale değil, sıradan bir kimse olarak aramızda dolaştığı hali’ne dikkat çeker. Zaten gazetelerin üçüncü sayfaları ve haber bültenleri de sıradan kimselerin ‘iş’leri olarak karşımıza çıkmaz mı? Israrcıdır Cole, ‘insanın kötülüğü hakkında’ bir kitap yazmayı mümkün kılacak ve ‘doğaüstü güçler bağlamı haricinde kullanabileceğimiz seküler (dünyevi) bir kötülük anlayışının mümkün olup olmadığını’ sorar. Gitmek istediği yer ‘insanın sınırları’ meselesidir.
Fakat geçmiş, tarih, din, mitoloji, felsefe bir şekilde bu sınırları belirler. O sebepten yazar, ‘dört olası kötülük anlayışını’ tespit ettikten sonra her devirde kötülüğün baştimsali şeytanın tarihini inceler. Reha Kuldaşlı’nın nitelikli çevirisi aracılığıyla ‘Kötülük Miti’nin sayfalarında yol aldıkça, insanın bu saçaklı karakteri karşısında şaşkınlığımız büyür. Dokuz bölümden oluşan kitap sonuçta kötülüğün hâlâ neden her yerde bu denli yaygın olduğunu sergiler. İşkenceden cinayete, çocuk kaçırmaktan organ kaçakçılığına, soykırımdan teröre değin kötülük belki de insanın yeryüzündeki en yaygın etkinliğidir.
Phillip Cole 21’inci yüzyıl mitolojilerine bakarken ilginç bir cümle kurar. Çünkü sonunda şeytana geri dönülmüştür ve onun metafizik olmaktan ziyade politik çehresiyle karşılaşılmıştır. Kapitalist egemen gücün küresel ölçekte kurguladığı, Afganistan, Irak gibi ülkelerde hayata geçirdiği ‘şeytanlaştırma’ politikaları hiç şüphesiz çok çok gerilerden gelen etkilerle de şekillenmektedir. Kötülük korkusunun derinliğine özellikle vurgu yapan Cole sonunda simgeler ve mitlerin suçsuz olduğu sonucuna varır. Ona göre ‘canavar olan biz insanlarız, bizi bu hale getiren de kötülük korkumuzdur’. Sanatta ve hayatta daha çok kötü karakterin hatırlanması da belki bundandır. Kötülüğü dünden bugüne üstelik en aktüel olanın üzerinden düşünmek için değerli bir çalışma ‘Kötülük Miti’. Sorunun büyüdüğü yer her zaman insanın içinde aranmalıdır. Haber bültenleri sadece yansımadır.

KÖTÜLÜK MİTİ 
Phillip Cole

Yazının Devamını Oku

Oyun hâlâ büyük mü?

11 Kasım 2022

“İngiliz-Rus ilişkilerinde tansiyon yükselmeye başlamıştı. İnsanlar şimdi, Büyük Petro’nun ölüm döşeğindeyken vârislerine dünyayı fethetmelerini tembihleme hikâyesi aslında doğru olabilir mi diye soruyorlardı.” ‘Büyük Oyun’ bu cümlenin odağında ve Rusya ile İngiltere arasında özellikle 19’uncu yüzyılda zirve yapan çıkar çatışmalarına odaklanıyor. Rivayete göre Rusya’yı adeta icat eden Petro, “Ölüm döşeğindeyken vârislerine ve haleflerine gizlice, Rusya’nın tarihsel yazgısı olduğuna inandığı şeyin, yani dünyaya hâkim olma ülküsünün peşini bırakmamalarını buyurmuştu. Bunun anahtarı da Hindistan ve İstanbul’a sahip olmaktı.” Babür İmparatorluğu’nu üçe parçalayıp sonra yutan ve bu vesileyle kendilerini icat eden Ruslar, Hindistan’a İngilizlerin yerleşmesini elbette istemezlerdi. İngilizler de bir yolunu bulup Osmanlı ve İran üzerinden Rusların Orta Asya ve nihayet Hindistan’a ulaşmalarını arzu etmiyorlardı.
Putin’in güncel çar olduğu sıklıkla dillendiriliyor günümüzde. Ukrayna savaşında, İngilizler ne derece devredeler gözükmüyorlar ama Almanya ve Fransa’nın liderlik ettiği Avrupa Birliği ile karşı karşıya Rusya. Peter Hopkirk’ün vurguladığı ‘Rusfobia’ ile Rusların şuuraltına yerleştiği söylenen İstanbul’u (Dostoyevski’de bile var) ele geçirme ve Orta Asya’ya hâkim olma idealinin devamı mı yaşananlar, düşünmeye değer... Hopkirk’e göre bugün Rusya’nın ‘dünya sahnesindeki yeni gücü büyük ölçüde boru hatlarının kontrolüne bağlı’ görünse bile asıl görünmeyen borulara bakmak gerekiyor. ‘Büyük Oyun’ yazım akışını Stoddart ve Conolly adındaki iki İngiliz casusunun (yerine göre asker, gezgin, danışman vs.) üzerine kuruyor. Bu iki insanın hikâyesinden çok sınırlı, çok iklimli, çokdilli ve pek problemli coğrafyaya odaklanıyor.
Bir yanda siyasi ve ekonomik olarak Hindistan’a hâkim olmak isteyen İngiltere ile İstanbul ve Orta Asya’ya dair ideallere sahip Rusya arasında inanılmaz manevralar yaşanıyor. Napolyon ile Fransa’nın devreye girmesiyle mesele iyice çetrefilleşip çetinleşiyor. Ermeniler, Gürcüler, Tatarlar, Osmanlılar, İranlılar, Kafkas halkları yanında Asya’daki Türk toplulukları çatışmaların içine çekiliyor. İngilizlerin Hindistan’ı işgaliyle Petro’nun Rusya’yı icat etmesinden bugüne çevremizde yaşadıklarımızı akıcı ve yer yer kurgusallığa yaklaşan bir yöntemle irdeliyor Hopkirk.
Açık ve gizli anlaşmalar, diller ve dinler arasında gidip gelen topluluklar, bitmeyen bir güç histerisi, Avrupa adına muazzam derecede geniş bölgenin kaynaklarını yönetme ihtirası, kısacası tarihin bugünde tomurcuklanıp duruşu ‘Büyük Oyun’. Afganistan’ın işgali de dahil bu oyuna, Osmanlı’nın yıkılışı da. Hiva, Buhara Emirlikleri gibi dünün egemen güçleri de var oyunun içinde. Çerkesler, Dağıstanlılar da var elbette. Bir savaş makinesi gibi kullanılan Kazakları da unutmamalı. Kaşgar, Türkistan toprakları ise cabası.
‘Büyük Oyun’, yer yer Peter Hopkirk’ün İngiliz duygularıyla dalgalansa bile, geçmişin hikâyesini farklı bakış açılarıyla okumak ve bugüne yansıyan izdüşümlerini yakalamak için iyi bir fırsat. Elbette, izlediğimiz oyun hâlâ büyük oyun mu diye sora sora okunacak bir kitap, sahnede İngilizler oynuyor görünmese bile...

BÜYÜK OYUN  

Yazının Devamını Oku

Yaşamaz bir başına yaşayan hiçbir şey...

14 Ekim 2022

“Değil mi ki, yaşayan hiçbir şey/ Yaşamaz sadece kendisi için yahut tek başına”. ‘Vahiy Kitapları’ adını taşıyan bir eserde böylesi mısralarla karşılaşınca şaşırmayız. İlahi olan, hayat taşıyan her varlıkta şiirsel olarak böyle tecelli etmekle kalmaz, şairin duyuş evrenini de gösterir. ‘İngiliz şair, gravürcü ve ressam William Blake’, mistik anlayışın çerçevesini çizerken yaşamsal birliği de işaretler. Bu görüşe göre kâinatta hiçbir şey hem yalnız değildir hem de sebepsiz yere var olmamıştır. Kaan H. Ökten çevirisi ile okurla buluşan ‘Vahiy Kitapları’nda kutsal metinlerden çıkmışçasına karşılaştığımız mısralar, ‘insanın özündeki yaratıcı hayal gücüne vurguda bulunurken’ çizgi ile resim arasında, göz ile kalp arasında mekik dokur. Arada yükselen ‘neşideler’ ilahi boyut kazanır. Ayrıca görsel dil ile şiir birbirine ilham verip destekler.
Ve kapalı, karanlık bir mistisizm değil Blake’teki. Açık, öncü, Ökten’in deyişiyle ‘devrimci’dir. Nitekim, ‘Albion’un Kızlarının Görüleri’nde, kadın cinselliğini, tabiatın yaratıcı bir vasfı diye de yorumlar. ‘Göz, kulak, ağız ve ten’i aşan bir sevme gerekçesi sunar. ‘Kurdun kemirdiği meyvenin en tatlı’ oluşundan dem vurur. Ayrıca bir şairin resimle düşünmesi nasıl olur? İlkin şiiri görsel olarak mı duyar? Kelimeler, dizeler sonradan mı gelir? Görsel olandan çıkarak metne, şiirsel olandan koyularak resmin detaylarına da gidebilir okur. Her ne kadar Kaan H. Ökten’in vurguladığı gibi ‘gravürlerin çoğu doğrudan metne ilişkin olmasa da‘ birbirlerini özgür bırakarak destekledikleri açıktır. Çağın görsel algısı klasik çizimlerin uzayında alabildiğince salınır. Elbette buna el yazısını da eklemeli. İnsanın neredeyse unuttuğu el yazısı, kendiliğinden imgeselleşir burada.
Uyarı vahyin bir vasfı ise öngörü çoklukla şiirin karakteridir. Çağından şikâyet her ne kadar her devrin ortak tarafı olsa bile, Avrupa’nın yükseldiği bir zamanda adeta onun düşüşünden söz açmak şairce bir öngörüdür. Zaten şiiri, maddi olandan taşırıp mistik olana yaklaştıran da bu tavırdır. ‘Avrupa: bir vahiy’ bu gözle okunduğunda, Blake’in sözün alanını temize çekmek için bu sözleri kendisine perisinin yazdırdığını söylemesi manidardır. Sonsuz olan onun için hep öndedir ve onu ‘ebedi bir bağla bağlayabilecek olanı’ hep merak eder. “Kentliler, kurşun prangalarla yürüyordu ağır ağır.” İşte, şairin öngörüsü bu mısrada parlar.
Blake’in bütün derdinin ‘bir düşüş hikâyesi’ kurmak olduğu açıktır. İnsan kutsal olanın akışına yakın durdukça bu düşüşün ziyanından bir nebze olsun kurtulabilir. Kıtaları sayması, Amerika, Avrupa, Afrika ve Asya’dan dem vurması, hikâyenin dünyasal basamaklarını geniş tutmakla ilişkilidir. Klasik dünyada, zaman geniş, ufuklar ebedidir. Blake şiirlerini kurarken hem bu dünyaya hem de kutsal kitapların atmosferine bağlı kalır. Yer yer karmaşık ve muğlak ifadelerle de ‘müphemiyet’in aralığından gülümser. Zaten onu şiirsel olanın düzleminde sımsıkı tutan da budur.

VAHİY KİTAPLARI William Blake
Çeviren: Kaan H. Ökten

Yazının Devamını Oku

Sembollerin dili, matematiğin estetiği

26 Ağustos 2022

Her şeyin ince ince hesaplarla ölçülüp biçildiği milimetrik modern bir çağda yaşıyoruz. Bir tür, rakamların egemenliği altındayız fakat cep telefonlarındaki hesap makineleri olmasa neredeyse en basit hesaplamaları bile yapamayacak hale geliyoruz. Matematiğin bunca her alanı kaplaması karşısında her zaman sembollere bağlanarak ilerlemiş matematik fikrinin aradan çekilişi düşündürücüdür. “Semboller arka planda işleyen bilinçsiz fikirler için kısa tanıtım filmleri hazırlar gibidir” ancak bu filmin gramerini bilmeden ondan bir şey anlamak da mümkün değildir. Oysa “şiirde de olduğu gibi matematikte de arketipler vardır”.
Arketipten söz açmak kaçınılmaz olarak geçmişe dönmektir ve bu bağlamda matematiğin tarihi ile insanın tarihi tuhaf bileşenler içerir. Edebiyattaki arketipler ve ona bağlı semboller nasıl salt soyut olgulardan ibaret olmayıp hayatın pratiğine de karşılık gelirlerse, matematikteki semboller yani rakamlar da ‘bir iletişim aracı olmanın ötesinde’dirler. Joseph Mazur, ‘Tuhaf Başlangıçlar’ başlığıyla, ilkin insanlığın tarihinden kalkarak matematiğin sembolik değerlerle ortaya çıkışına odaklanır. İnsan daha çok, ‘hayatta kalmak için ihtiyaçlarını günlük düşünmek zorundadır’ başta. Bu tespit şu açıdan önemli, sembolle ihtiyaç arasında ontolojik değil hayati irtibat vardır. Fakat bilgiye dönüşen sembol zamanla aktarılabilir olmuştur.
Mazur’a göre insanın “yazma becerisi yaygınlaştıkça yazma nedenleri de çeşitlenmiştir”. Buradaki ‘neden’ hayal gücüne değil yaşama zenginliğine karşılık gelir. İddialı bir görüş ileri sürer tam da buna bağlı kalarak Mazur; “matematiksel yazımın ortaya çıkışı Batı’dan Doğu’ya edebiyattan bin yıldan fazla süre önce olmuştur.” Bu bir matematik tarihçisinin gururlu vurgusu mu yoksa gerçeğin yansıması mı ayrı mesele. Ancak matematiği tıpkı Babillilerin kültür-sanat yüksekliğinin bir türevi olarak görmedikçe kafamız karışacaktır. Dicle-Fırat arasında şekillenen yaşam pratiği belli ki kendi sembolünü doğal süreçlerde yaratmıştır. Doğal zenginlik belli ki sembolik artı değerleri türetmiştir.
Joseph Mazur, ‘Matematik Sembollerinin Kısa Tarihi’nde Babil’den Çin’e, Hindistan’dan İslam dünyasına, Avrupa’dan Güney Amerika’ya değin insanlığın matematik macerasını bir bir irdeliyor. Kritik değer sıfırın ortaya çıkışındaki gizleri araştırıyor. Matematiğin gelişimi ile ticaretin ve elbette İpek Yolu’nun macerasına bakıyor. Uygarlıklar kendine özlükleri biraz da çekinik bir istençle ellerinde tutmaya çalışıyorlar. Bu sebeple Mazur’un kitabını kültür ve medeniyet tarihi paralelinde okumak gerekiyor. Bilginin sembole dönüşerek doğuşu bazen etkileşimlere bazen de kendine özgülüklere bağlı olabiliyor. Yalın ve tarafsız bir bilim tarihi yazmak eldeki bilgilerin yetersizliği ile mümkün olmasa bile geçmişin parçalarını bugünde birleştirmek mümkün oluyor. Sonunda matematiği ayakta tutan onun aynı zamanda sanat olmasıdır ve müzik dahil her sanatla kol kola girdiği için gelişmiştir. Sanatın dili ile matematiğin şifreleri şaşırtıcı derecede bağdaşıktır.

MATEMATİK SEMBOLLERİNİN 
KISA TARİHİ

Yazının Devamını Oku

Otoportrenin poetikası

1 Temmuz 2022

“Resim kaybetmenin dilidir” diye düşünen bir ressamın fikirlerini özellikle merak edersiniz. Her sanat bağımsız olsa bile yaratıcılık kökenleri bakımından ortak noktalarda buluşurlar. Celia Paul de resim hakkında konuşurken farklı sanatların alanına girer kendiliğinden. Kaldı ki günlük tutmak ve şiir yazmak gibi yazıya bağlı bir geçmişi var onun. “Benim için şiir, resmin konuşmayan diline doğru bir köprü oluşturdu” demesi de bu yüzden. Resme giderken yazıya tutunmuş bir sanatçı sonuçta. Yine her sanatın doğasında taşıdığı özgürlük tutkusunu da o böyle keşfetmiş. “Resim bana ifade özgürlüğümü verdi; yavaş yavaş düzyazının, şiirin ve bütün sözcüklerin yerini aldı” demesi anlamlı.
Kendisini bir portre ressamı olarak görmese de “Ben baştan beri hep kendi hayatımı aktarıyorum, kendimin ve ailemin yaşadıklarını kaydediyorum” diyor Celia Paul. Kitabın isminin ‘Otoportre’ olması bu sebepten de anlamlı ancak şahsi görüşlerin yokladığı çoğul algı asıl dikkat çekici olan. “Benim tecrübelerime göre, erkekler poz verirken sessiz kalmıyorlar. Kadınlar ise daha kolaylıkla hareketsiz oturabiliyorlar ve kendi dünyalarına dalıyorlar...” cümlesini okuduğunuzda sanattan taşan duyuşları görürsünüz. ‘Her yaratıcı edimde’ uzakta kalmak kadar içinde bulunmak ikilemi hep bulunsa bile, ‘tarih boyunca çoğunlukla sanatçıdan ziyade sanatın konusu olarak görülen’ kadınlar için kılavuz olma amacını da güdüyor bu kitapla Paul. Erkeklerin kolaylıkla bencil olabildiği sanat dünyasında kadınların zorlu yolunun altını çiziyor.
‘Otoportre’ anne, baba, kız kardeşler, sevgili (sonra eş) ve erkek çocuk arasında ressam olarak yükselmiş bir kadının öyküsü aynı zamanda. Atölye metin demek mümkün. Zaman zaman tutulmuş günlükler bu öyküye belgesel tonu da kazandırıyor. Bir ressamın hem resimleri hem de yazdıklarıyla ‘kendi kendisinin konusu’ olabilmesini gösteriyor ayrıca. Çevrenin güzelliğinden etkilenerek resme yönelmiş Celia Paul. ‘İçsel dünyasını korumanın ve kontrol etmenin’ yolu olarak yaşamış ressamlığı. Bir misyonerin kızı olarak Hindistan’da doğup Londra’da ressamlığın odağına konarken pek çok süreçten geçmiş. Kan kanserine yakalanmak gibi ağır sorunlarla boğuşmuş başta. Nihayetinde ‘en kişisel sanat türü olan resim’de başarılı olduktan sonra, geriye doğru çatmış ‘Otoportre’sini.
Kavramsal olandan değil yaşamsal alandan resim düşüncesine varmış gibi gözüküyor Celia Paul. Ailenin karışıp kaybolması, çözülüp toplanması gibi resim de ‘ümit etmek, sonra hüsrana kapılmak, sonra ümitlenmek’ arasında gidip gelmiş sanki. Böylece ‘boyanın katmanlarını tekrar tekrar sıyırmak ve yeniden yapmak’ anlamlı olmuş.
Celia Paul’ün ‘Otoportre’sini çekici kılan aynı zamanda anlattıklarının resimlerine de yer vermesi. Okur, yazıyla resmin uzayında yol alabiliyor. Atölyesi, hayata baktığı kadar onun içine ve insanın öyküsüne açılıyor. Sanatı, poetikayı, hayatı, resim yoluyla düşünmek için samimiyetle yazılmış, çoğul okumaya açık bir kitap ‘Otoportre’. Bir yönden de yazılı bölüm bittikten sonra ‘Görseller’le tekrar başlayan bir kitap.

OTOPORTRE 

Yazının Devamını Oku

Toplumsal belleğin peteği: Sahaflar

9 Haziran 2022

En az bir ‘sahaf’ dostu olmayan okur-yazar yok gibidir. Sadece kitaplar gelip geçmez bir sahaf dükkânından, dönemler ve şahsiyetler de akar. ‘Akademisyeni, alaylısı, tüccarı, kitapçısı, kütüphanecisi, naşiri, kitap sevdalısı’ mutlaka olur böyle mekânların ama ona meczupları, âşıkları, boş gezenleri, meraklıları, yoldan geçenleri, öğrencileri, şairleri, politikacıları, koleksiyonerleri de eklemek gerekir. Hayale sığan ne varsa bulunabilir sahaflarda. Çoğunlukla dar, izbe, dağınık ve loş mekânlar olmasına rağmen kendilerine has çekimleri vardır. Çok lezzetli yemek yapan arkaik aşçılara benzer orayı çekip çevirenler. Elektriğin değil hayal, bilgi ve aşkın ötesinde sırlı başka bir şeyin aydınlattığı lamba yanar.
O lamba sembolik ifadeyle pekâlâ bir sahaftır ama her yaklaşanın şevkine göre renk aldığı da sır değildir. Benim ilkgençliğimden beri rengine büründüğüm, ışığına yaklaşıp ateşinden kaçtığım sahaflar oldu. Rahmetli Tayfun Kurt gibi ilginç tipolojilerle karşılaştım. Şimdi de ‘Sahaflar Kitabı’nı okurken son 40 yıllık hayatımın içinde gidip geliyorum adeta. İsmail Özdoğan, İsmail Erünsal, Hilmi Merttürkmen, Lütfi Seymen, Emin Nedret İşli, Asuman Bektaş, Lütfi Bayer ve Bahtiyar İstekli’nin serüvenlerinde kendimi de görüyorum. Biliyorum ki bu kendine has kültür ikliminde kitap bir kurucu vesiledir ve asıl etkileşim insanla insan arasındadır. Bir sahafın anlattıkları şahsi hikâyesinden hızla sıyrılır, toplumsal belleğin peteğine dönüşür. O petekte kaç arı ırkı birden çalışır.
Her meslekte olduğu gibi sahaflıkta da özneleri birbirinden ayıran meşrepleridir. Sahaf bu meşrebi sayesinde hem hayat bulur hem de şöhret kazanır. Dışarıdan bakıldığı zaman zor insanlardır ama onların katlandıkları daha zor insanlar düşünüldüğünde oldukça makul kişiliklerdir. Her sahafın rüyası ‘Müteferrika baskısı’na ulaşmaktır belki ama içlerinde bu rüyayı ‘Selimiye Kışlası’nı kütüphane yapmak’ derecesine çıkaranlara rastlanır. Kitap alımı sırasında ‘bağlarbaşı’ gibi özel terminolojisi olan, Helsinki’de Türkçeye dair büyük miktarda kitap olduğundan haberli, Gölpınarlı, Muzaffer Ozak, Orhan Şaik, Ziyad Ebuziyya, Mehmet Çavuşoğlu, Hakkı Tarık Us, Uğur Tanyeli, Enis Batur, Şevket Eygi, Selçuk Altun, Beşir Ayvazoğlu, Orhan Pamuk, Hilmi Yavuz, Murat Menteş, Murat Yalçın gibi nice insana hizmet vermiş kişilerden söz etmektir bu.
‘Sahaflar Kitabı’ altı şahıs üzerine odaklansa da İstanbul’da onlar kadar değerli pek çok sahaf yaşıyor ve mekânları etkin birer kültür alanı olarak varlıklarını sürdürüyor. Bir eve kitap bakmaya giden sahaf aslında dün ile bugün arasındaki değişen dinamiklere de bakar. Kitapların sahafa geldikten sonra başka maceralara bürünmesi ise ayrı bir dünyadır. Türkiye’nin en azından son 50 yıllık kültür röntgenini ‘sahaflar’ üzerinden okumak için eşsiz bir şans ‘Sahaflar Kitabı’. Her okuyanın kendi ayak izlerini de bulacağı bambaşka bir yolculuk, elbette. Hatta, herkesin kendi kütüphanesinde sıralanmış kitaplarıyla oturup dertleşmesinin de imkânı.

SAHAFLAR KİTABI 
SON İSTANBULLU

Yazının Devamını Oku

Şiiri öksüz kaldı

8 Haziran 2022

En zarif insan oturuşlarından birini ilk onda görmüştüm. Sezai Karakoç’un bürosuna gelmişti bazı arkadaşlarıyla. Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydi ve başta Andırın Postası olmak üzere farklı dergilerde şiirler yayımlamaya başlamıştı. O şiirleri ilk okuduğunuz zaman yine o zarif insanı hatırlıyordunuz. Taptaze bir duyarlık. İnceliklerle örülmüş bir şiir vaadi. Bir güzellik düşüncesi erek olmak üzereydi âdeta onda.

Bir gün “Sen, Mevlana, Mehmet Erdoğan, Hüseyin Atlansoy derginin (Diriliş) şiir sayfasını gözetin, orada bir buluşma olsun” dedi Sezai Karakoç. Birkaç sayı ömrü olsa da bu buluşmanın bir ‘işaret’ değeri vardı.

DURU, SÜZÜLMÜŞ, GERÇEKÇİ METİNLER

Şaşırtıcı, temiz, duyarlığı hasbi fakat yaratıcı bir hamle taşıyordu yazdıkları. Sadece şiirinde değil kısa öykülerinde, anlatılarında, denemelerinde de vardı bu özellik. Jest, kültürel göndermelerle yüklenmiş bir söz tasarrufuydu onda. Duru, süzülmüş, gerçekçi ve uyarıcıydı metinleri. Çalışmaya değil yaşamaya açık mizacı uzun sürede çıkmaz arayışlara sürüklemedi onu. Adım adım çocuk edebiyatına, çocuklar için yazmaya ve düşünmeye yöneltti. Ben ondan, kuşağımın lokomotif şairlerinden birisini bekledim daima. O, çocuk dergileri çıkardı. Mavi Kuş mesela unutulacak dergilerden değildi. En son da Çeto ile öne çıktı dergiciliği. Girişim, söz yanında değer üretmeye açık girişim hep belirleyici oldu Mevlana İdris’te. Diyebilirim ki dünyanın her yerinde sevgiye ve empatiye bağlı bir insan girişiminin gönüllü elçisiydi.

Çocuk edebiyatı alanındaki bilinçli gayreti, çocukluğun temiz ve bir o kadar da zorluklarla dolu evreninde yol açma, öncü olma hedefi taşıdı. Ekip kurmakta, insanlarla çalışmakta ve onları organize etmekte başarılıydı. Yazdığı onca şiir kitabı ve anlatı, masal kendi hassas dengelerini korurken dil zevki, edebiyat değeri fakat asıl önemlisi ruhsal empati rikkatinden geri durmadı.

KENDİSİ OLMAYA ADAY BİR ŞAİRDİ

Mevlana İdris, kendisini de bir çocuk gibi konumlandırarak yol almaya çalıştı. Çocukların dünyasına gidecek yolun dil zevkinden geçtiğini biliyordu. Dilci demek yerindedir onun için. ‘Kuş Renkli Çocukluğum’, onu bize getiren ilk kitaptı. Başkasına benzemeden kendisi olmaya aday bir şairin ayak sesleriydi. ‘İyi Geceler Bayım’da ise, onun jest kadar yeni bir duygu aklı yarattığını gördük.

Yazının Devamını Oku

Kelimelerin eşiğinde yaşamış bir şair

27 Mayıs 2022

Her çeviri bir öneridir. Dile çıktığı kadar kültürel ortama ve algı paradigmalarına da açılır. Paul Celan, şiirle içten ilgilenenler yanında edebiyatın popüler yönüne bağlı kalanlar için de ışıltılı bir isim. ‘Corona’da “Bademlerden say beni” denildiği zaman gözlerin nasıl parladığı sır değil. Efsane ve bir o kadar da aşk dersinin kitabı sayılabilecek ‘Kalp Zamanı’ (İlknur Özdemir farkıyla elbette) unutulmaz. Ne var ki, ‘Sesler, İşitin Bizi De’yi çevirerek asıl Celan’ı görmeye çağıran Cem Yavuz, sunuşta ‘uyarıyor’ okuru. Pek bilinmediğini ve aslında anlaşılmadığını söylüyor şairin. Tıpkı şairin kendi kendisini tanımladığı gibi: “O ellerin üstünde yürüyenin/yazdığı şey bu: O/Isırganın-yazısını okumuş, Anlaşıl(a)mamış, ama başkalarını da tek anlayanın yazdığı.”Her çeviri bir öneridir. Dile çıktığı kadar kültürel ortama ve algı paradigmalarına da açılır. Paul Celan, şiirle içten ilgilenenler yanında edebiyatın popüler yönüne bağlı kalanlar için de ışıltılı bir isim. ‘Corona’da “Bademlerden say beni” denildiği zaman gözlerin nasıl parladığı sır değil. Efsane ve bir o kadar da aşk dersinin kitabı sayılabilecek ‘Kalp Zamanı’ (İlknur Özdemir farkıyla elbette) unutulmaz. Ne var ki, ‘Sesler, İşitin Bizi De’yi çevirerek asıl Celan’ı görmeye çağıran Cem Yavuz, sunuşta ‘uyarıyor’ okuru. Pek bilinmediğini ve aslında anlaşılmadığını söylüyor şairin. Tıpkı şairin kendi kendisini tanımladığı gibi: “O ellerin üstünde yürüyenin/yazdığı şey bu: O/Isırganın-yazısını okumuş, Anlaşıl(a)mamış, ama başkalarını da tek anlayanın yazdığı.”
Cem Yavuz bundan olacak oldukça dikkatli ve açıklayıcı bir sunuşla hem kendi çevirisinin anlam/yöntem alanını açmaya hem de Paul Celan’ın bilinirlik içindeki saklı bilinmezliğini aydınlatmanın derdine düşüyor. ‘Yahudi, mutlak tenhalığın uzantısı’ bir şairi, Almancanın ve derin kültür, inanç ve hayat göndermelerinin içinden sökmek çetin mesele. ‘Ölümünden itibaren filozofların şairi’ diye anılan ve tartışılmaz değerine paralel olarak dünya kültür kanonunun da koltukladığı bir şairi, çok daha geniş bir toplamda kucaklamak övgüye değer.
Cem Yavuz’un ‘dil içi’ bir şair olarak da imlenen Celan’ı, Almancanın sonsuz sapaklarından şiirin yoluna ne derecede çıkardığını çeviri ‘uzmanları’ tartışsın. ‘Kelimelerin eşiğinde’ yaşamış bir şairi yine orada aramak, beklemek öncelik bizim için. Cem Yavuz, “Nihayet elinizdeki şiir seçkisiyle Celan’ın karşılaşmalar doğuran dil meridyeni, her iki kutbu da boydan boya katedip tropikal kuşağı ve mecazları aşarak Türkçede de kendisine kavuşmuş oluyor” diyerek, kendi çerçevesini tamamlıyor. Bu önemli. Çeviri şiir, çevirmenin dil zevkini gösterdiği kadar şiiri teknik düzeyde gözlememize de imkân verir. Okuyucunun kendi dilinde okuduğu şiirin harareti daha azdır orada. Dikkatli okur seze seze, gösterilenleri ve duyurulanları süze süze yol alacaktır. Paul Celan gibi, oldukça soğukkanlı ama yaralayıcı bir şairi kavramak için gereklidir bu süzüş. Şiir isimlerinden atmosfer kurmaya, yalın dokunuşların sürüklediği sürprizli sapaklara varmak için sabırla okumalı kitabı. Beklenmedik şiirsel şafakları seyretmek için de çevirmenin kelime seçişlerine dikkat etmeli. Mısır’da, ‘Ruth! Noemi! Miriam!’ yanyana gelirken,  “yabancının o buludî saçlarıyla süslenişini” görmeli. Taşın altını kaldırmaya ve oradakini görmeye ve göstermeye meyilli şairi fark etmeli. “Hangi taşı kaldırsan- açığa çıkarıyorsun/taşların korumasına muhtaç olanları...”
Cem Yavuz, her bölümün başında Celan’ın şiirsel açılımları konusunda da bilgilendiriyor okuru. Böylece kitap kitap da tanıyoruz onu. ‘Sürülmüş’ gibi bazı şiirler dışında pek de biçimsel yoklayışlara gerek duymadığını görüyoruz Celan’ın. Belki de “Dil döke döke kör-/lüğe ikna edilmiş” gözlere bu yolla gösterilecek birşey olmadığı fikrindeydi. Boşuna sayılamaz ayrıca “O ölümsüz kelime, nereme düştü benim” diye soran bir şairin, “bademden içeri - ne var bademden içeri?” diye sorması. Dünyanın insan suçlarıyla daha da ‘okunaksızlaştığı’ bir devirde yaşayıp yazdı Celan. Fakat yüksek bir sezişle; “Sana yalnızca/gölge gibi dokunduğumda,/bana inanır mısın ağzım,” diyebildiği için derin şiirin hizasında durdu. Bilinç için Celan, “bir şey olacak, ileriki zamanlarda” diye inananlar için aydınlık. Daima.

SESLER, İŞİTİN BİZİ DE 
Paul Celan

Yazının Devamını Oku

Adaletsizlik bir iklime dönüştüğünde...

19 Mayıs 2022

“Zulüm bir şeye hakkını vermemektir” diyen Mevlana, hem zalimin karakterini hem de adaletsizliği vurgular. İnsanın adalet arayışı her zaman başlı başına bir konudur ama onu tersinden, adaletsizlik üzerinden düşünüp tartışmak da hayli ilginç bir tartışma yöntemi olmalı. Öteden beri ‘insani olan ile doğal olan arasındaki çizgi hakkıyla gözetilmediği’ gibi, ‘kuvvetle muhtemel çoğumuz, bu adildir ifadesinden ziyade bu adil değil ya da bu haksızlık ifadelerini daha sık’ kullanıyoruzdur. Adalet arayışı içinde ‘adaletsizliğin’ bunca baskın oluşu tuhaf değil mi? ‘Sanat ve felsefe’nin adaletsizlik kavramını tartışmaktan kaçar görünmesi’ karşısında, Judith N. Shklar kolları sıvar ve enine boyuna ‘adaletsizliği’ tartışmaya açar. Ona ‘daha dolaysız, daha derin ve ayrıntılı bir şekilde bakmak ve aynı zamanda genel duruma, mağduriyet meselesine ve özellikle de neden olduğu adaletsizlik duygusu’na açıklık getirmeye girişir.
‘Adil ve yasal olmayan’ anlamına gelen ‘adaletsizlik’, yazarın ifadesiyle ‘haklılığın yokluğu’nu belirtmenin ötesine taşınmalı, alışılagelmiş resim parçalanmalıdır. Judith N. Shklar ‘Adaletsizliğin Veçheleri’nde meselenin asıl can alıcı ‘veçhesi’ni şu cümlede özetler: “Hiçbir yasal sistem, topluma tüm karakterini kazandıran hukuki düzeni koruma görevine bağlı dürüst ve tarafsız yetkililerce yönetilmedikçe adil olamaz.” Hiç yoruma ihtiyacı yoktur bu cümlenin. Adaleti temsil eden kişi adil olmadıkça ‘adaletsizlik’ kaçınılmazdır ona göre. ‘Kendisini bastıracak adaletin olmadığı yerde adaletsizlik hâkim olur’ her şeye. Platon’dan başlayarak Batı düşüncesindeki yorum ve tartışmaları tartar Shklar. Burada vurgulanması gereken diğer bir husus hak ve hukuk karşısında onu talep edenlerin tutumudur.
‘Adaletsizliğin Veçheleri’nde ‘pasif adaletsizlik ve kötü vatandaşlık’ kavramlarını kullanır Shklar. ‘Gerçek ve potansiyel mağdurlara sırt çeviren vatandaşlar haksızlığın daha da büyümesine katkı sağlarlar.’ Dahası, ‘yapabilme imkânı varken yanlışı engellemeyen veya buna direnmeyen kimse, ülkesini terk etmişçesine bir yanlışın suçlusudur’.
Cicero’nun yorumuyla pasif adaletsizlik yapan kişi vatandaşlığın kişisel standartlarının altına düşer. Hem adaleti gerçekleştirir hem de adaletsizliğe karşı dururken ‘insanın kilit rol’ oynaması dikkatten kaçırılamaz. Teorik bağlamı günlük hayattan verdiği örneklerle pekiştirir Shklar. Karısını döven komşusuna müdahale etmemek kadar markette müşterinin haksızlık ettiği kasiyerin yanında durmamak da pasif adaletsizlik örneğidir.
Yazarın tartıştığı temel ayrımlardan biri de ‘talihsizlik ve adaletsizlik’tir. Gerçi ‘doğadan kültüre geçtiğimiz günden beri’ başımıza daha büyük bir felaket gelmemiştir ve adaletsizliğin yayılmasında doğadan kaçışın payı büyüktür. Adaletsizlik duygusu ise özel bir öfke türü olarak ‘hakkımız olan şeyi alamadığımızda hissettiğimiz’ şeydir. Bunu yapana dolaylı dille ‘zalim’ demiş olmalıydı Mevlana da. Doğudan batıya binlerce yıldır insanın ayağa kalktığı veya sindiği eşik de burasıdır. ‘Haksızlık karşısında susmayı dilsiz şeytan’ olmaya benzeten bizim zihniyet dünyamız, adaletsizliğin bunca veçheye büründüğü bir dünyada, konuştuğu dili gözden geçirme ihtiyacı gerçekten duyabilir mi? Adalet bize lazım olduğunda değil adaletsizlik bir iklime dönüştüğünde esaslı bir mesele sayılmalıdır çünkü.

ADALETSİZLİĞİN VEÇHELERİ 

Yazının Devamını Oku

Tarihçinin tarihi

12 Mayıs 2022

Sosyal bilimler çokça yöntem üzerinden ilerlerler ve biyografi yazarlığı onların verimlerinden mutlaka yararlanır. Bir biyografi bir yandan merkezine aldığı özneye odaklanırken onun etrafında şekillenen tarihe de bağlı kalıyorsa hayli ilginç ve bağlamlı bir tablo koyar karşımıza. Ethan L. Menchinger bir Osmanlı vakanüvisi ve bürokratı olan Ahmed Vasıf Efendi’ye yoğunlaşırken asıl Osmanlı modernleşmesinin belirleyici dinamiklerini sorgular. ‘İlk Modern Osmanlı’ hayli bağlamlı ve bir o kadar da bileşenli bir okuma fırsatı sunuyor. ‘Devşirme’yi çok yönlü bir yetenekli insan toplama aracı olarak işleten Osmanlı sistemi, 18’inci yüzyılın başında Bağdat’ta ‘eski dünyada’ doğan Ahmed adındaki bir çocuğu adım adım idari merkezi İstanbul’a çekmiş, sonra da onu Rusya’dan İspanya’ya kadar hizmetinde koşturmuştur.
E.L. Menchinger, Ahmed Vasıf’ın hayat çizgisini ilerlettikçe artık kaçınılmaz olarak değişme sürecine girmiş Osmanlı dünyasını da merkeze alır. ‘Vasıf’ unvanını kazanmasıyla beraber ‘kelimeleri belagatle kullanma yanında kariyer basamaklarını tırmanma başarısını’ da edinen tarihçi, Ahmed Vasıf Efendi, sistemin sembolü olarak tasvir edilir. ‘İntisap’ sistemin önemli bir vasfıdır ve kişinin önünü açtığı kadar sonunu da getirir. Sert olduğu kadar gerilimleri de bünyesinde taşıyan bu sistem yarışma içinde siyasetin ayak oyunlarına hep açıktır. 1767 yılına gelindiğinde Arapça, Farsça bilen, tecrübe sahibi bir kâtip olan Ahmed Vasıf Efendi, kendisini arka arkaya gelen savaşların içinde bulacaktır. Menchinger zamanla, bu imparatorluk aydınlarının, Osmanlı’nın yenilmezliği fikrinden nasıl ıslahat düşüncesine vardıklarını tarihe bağlı kalarak açıklamaya çalışır. İlkin bildikleri ve inandıklarıyla yaşadıklarını bağdaştırmaya çalışırlar, sonra da gerçekle yüzleşirler onlar. ‘Şakşakçı etek yalayıcılar ve sırt sıvazlayıcılar, şansın yardımıyla görevde kalma’ derdine düşmüşken, yeni dünya dengeleri bir imparatorluğu sarsmaktadır. Vasıf Efendi ikbal kadar idbarı da yaşar. Tıpkı imparatorluk gibi.
‘Islahatın bir sözcüsü’ diye tanımlar yazar onu. Sahada olmak Ahmed Vasıf Efendi’ye güncel ve canlı bilgiler getirmiştir. ‘İmparatorluğun kayıplarını telafi için’ ıslahat şart olmuştur ona göre de. Rusya’da, Avrupa’da, İspanya’da bu gerçeği yakından görür. Vakanüvis, Sadullah Enveri’den yola çıkarak tarihçi vasfı da edinerek, felsefe bilgisi ile tarif fikrini pekiştirir. İtibar edilir vakanüvis olmasında çok yönlü tecrübesi kadar zihin dünyasının kalıp dışılığı da gösterilir. Askerler, ulema, zanaatkâr ve çiftçiler olarak dört ana katmana ayrılan Osmanlı toplumunun, nizam-ı âlem içinde yaşayabilmesi için ‘sosyal-siyasal istikrara dayalı’ idealler olarak yeniden tesis edilmesi ana fikirdir Vasıf Efendi’de...
Menchinger, Ahmed Vasıf Efendi’nin elçi olarak İspanya’ya gidişi için “18’inci yüzyıl sefiri sadece bir diplomat değildi” derken, imparatorluğun değişme ve yenileşme iştiyakının da altını çizer. ‘Vathek’ yazarı W. Beckford ile de burada görüşen tarihçinin renkli kişiliğinin ipuçlarını verir. Osmanlı bürokratları devleti ayakta tutmak isterken yaşama istencini de sürdürürler. Osmanlı-Rus savaşının getirdiği yıkımlar, Nizam-ı Cedid ve tarihi yaşarken onu yazmış bir şahsiyetin baş döndürücü geçişi. Tarihçinin hikâyesinden, tarihin detaylı resmi.

İLK MODERN OSMANLI 
AHMED VASIF’IN FİKRİ GELİŞİMİ

Yazının Devamını Oku

Denizleri sözlükle düşünmek

28 Nisan 2022

Ziya Gökalp’in “Türklerin denizi çöldür” düşüncesi ile Cemal Süreya’nın “Ama yine de dilimizde en ürpertili kelime deniz” deyişi arasında gizliden bir bağ olmalı. Denizin derinliği ile çölün sonsuzluğu bir yaratıcı ürpertiye bürünür her iki ifadede. Ayrıca karayla olan kopmaz bağı da imler gizliden. Orta Asya’dan denize geldikçe, (Eski Türkçede, tengiz, göl, bataklık) denizi bildikçe var olunduğu bir tespit olarak not edilebilir belki ama, denizler boyunca temas ettiğimiz kültürel kıyılardan neler alıp verdiğimizi görmek bakımından tematik bir denizcilik sözlüğünün aydınlatacağı çok şey olmalı. Mustafa Pultar bunun ayırdında olarak zarif bir göz kırpması ile ‘denizlük’ kelimesini türetivermiş. Öyle ya, sözden sözlük oluyorsa bir söz ummanı sayılan denizden neden ‘denizlük’ olmasın? Olmuş da ayrıca.
Sözlükler elimizin altında kılavuz kitaplar olarak bulunurlar. Bir tereddüde düştüğümüzde onlara sarılırız. Arapçadan dilimize geçen kamus kelimesinin de zaten deniz (okyanus) ile ilişkisi olduğunun farkındayız. Aradığımız kelime, anlam, yorum bir yandan zihnimizi aydınlatır fakat belki bu yolla düşünmüş oluruz. Diyeceğim sözlükler düşünce kitapları gibi de okunmaya çok uygundurlar. Mustafa Pultar, “Deniz anlata anlata bitmez” derken dolaylı şekilde bu anlatım çoğulluğunun arka yüzüne de göz kırpar. Kaynakçasıyla beraber 900 sayfayı bulan ‘Büyük Deniz Sözlüğü’nde her okur, her meraklı kendine has bir öykü de yaratacak, mesela dönüp Ahmet Büke’yi, Halikarnas Balıkçısı’nı, Tarık Dursun K.’yı yeniden okuyacaktır.
Böylesi tematik sözlüklerin ilk ve son maddesine özellikle dikkat etmekle beraber hafız falı açarcasına rastgele bir sayfa açar, parmağımı bir sözcüğün üzerinde tutup düşünürüm. A harfi ile başlayıp Zuhal ile bitiyor Pultar’ın sözlüğü. Bakın, parmağınızı uzunca üzerinde tutun, ‘A’ nasıl da dalgalanıyor sonsuzca. Anlam olmak, kelimeden kelimeye konmak için geriniyor. İşte başka bir sayfadayım, ‘açkı’ çıktı karşıma, Karadeniz takalarında olurmuş. İşte başka bir sayfa, anemon, Manisa lalesi de deniyormuş, ilk kez duyuyorum. Şehzadelikle bir ilintisi var mı acaba? Zihin bu, sorar. Ya şuna ne demeli; Beyoğlu’nda 1970’lerden kalma bir an gibi ışıyor: ‘Bıyık atmak’. Hareket halindeki gemi için kullanılır ve pruvasında köpük oluşturmak anlamına gelirmiş. Mizah kadar ironi. Harekete giydirilmiş jest şimşeği.
Böylesi bir ‘denizlük’ size ister istemez bazı kıyaslamalarda bulundurur. Malzeme, kavram, kıyafet, yapı elemanı, iklim, rüzgâr, coğrafya, denizin değdiği her şeyde geçmiş ile bugün, uzak ile yakın toplanırlar. Diller geçit yaparlar. Deniz her ne kadar çok çağrışımlı ve zengin bir kelime olsa da terim üretmekte o denli aktif olmamıştır bizde. Pek çok maddenin kökü Latince, Rumca, İngilizce, Fransızca, Arapça ve başka dillerden gelir. Denizciliğin piri ‘Barbaros’ isminin bile böyle olduğu düşünüldüğünde Türkçenin bu konuda ne kadar ‘açıktan’ yol aldığı görülecektir. Yine de yabana atılamaz Türkçenin donanımı. Savaş, ticaret, yolculuk, beslenme, spor, biyoloji, iklim, coğrafya gibi pek çok alanda dalgalanmış denizin sözcükleri de elbette hemen her kıyıya çıkacaktır. Mustafa Pultar da seçimini yaparken buna özen göstermiş gözüküyor. Kendisini ‘otoditakt bir amatör’ olarak tanımlasa bile, ‘Denizlük’ hayli mavi.

BÜYÜK DENİZ SÖZLÜĞÜ 
DENİZLÜK

Yazının Devamını Oku

Bir düşünceyi sabit halde tutabilir misiniz?

1 Nisan 2022

Fransız edebiyatını merkezde tutarak yenileşmeye çalışan edebiyatımızda Paul Valery ismi bir dönem sıklıkla karşımıza çıkar. Saf şiirin ne olduğu konusunda nice şairin dönüp baktığı bir isimdir o. Şairliğinin yanında sanat konularında da kalem oynatan şairin ‘Degas Dans Desen’ kitabı Orçun Türkay çevirisiyle okurla buluşmuştu. Şimdi de sıradışı bir eseriyle baş başayız. ‘Sabit Fikir’ bir diyalog olduğu kadar iç monolog, bir deneme olduğu kadar oyun hatta sanat ve düşünce eleştirisi diye de okunabilir. ‘Sabit Fikir/Ya da Deniz Kıyısında İki Adam’ deneme etiketiyle sunulmuş yayınevi tarafından. Öyleyse yine sıradışı bir eserle buluşmuş durumdayız.
1934’te yazdığı sunuşta ‘tamamen doğaçlama yazılmış bir yapıt’ olarak tanımlıyor kitabını Valery. Doktor ve Ben adında, daha doğrusu kişi ile doktor muhatabı, isimsiz özne ile bir meslek erbabını, iç ile dışı, eksi ile artıyı, ses ile yankıyı, hasılı karşılıklı konumlandırılabilecek pek çok özneyi, konuyu birlikte kurmaya uygun bir metin ‘Sabit Fikir’. Yazarı tarafından ‘denizdeki adamların (çünkü bir deniz kıyısında konuşuyorlar) birbirlerine tekrar tekrar gönderdikleri düşünceler değil, bu düşünce alışverişinin kendisi’ olarak açıklanıyor. Eylemi, hareketi önde tutan bu bakış, “Bir düşünceyi sabit durumda tutabilir misiniz? Yalnızca değişimle düşünebilirsiniz. Bir düşünce olduğu gibi sürseydi -o artık- düşünce olmazdı” cümleleriyle pekiştirilecektir. Kişinin kendi içinden yarattığı öteki/benzeri ile düşünme yöntemine dayanan ‘Sabit Fikir’, önce doktorun selamıyla açılsa bile sürükleyici olan isimsiz, bendir. Bu bakımdan da ilginç ve ters bir kurmaca sayılabilir. Konuşma başlamadan önce geniş bir açıklama yapar ben ve ‘ötekilerin bize muhakkak kendimizi düşündürttükleri’ne inanır.
‘Sabit Fikir’ metnin ana döngüselliğini oluştururken, bu iki (aslında tek) yetişkine hemen her şeyi konuşturtur Valery. İnsandır sonuçta konuşulan ama eleştiri hep öndedir. ‘Fikir sabit’ olamazdır. Sabitse fikir değildir. ‘Sinsi ve bulaşıcı sabit fikirler’ insanı kemirirler. Konuşma ilerledikçe göndermelerle metni hem açar hem de çetrefilleştirir yazar. Newton, Fransız Devrimi, ‘Figaro’nun Düğünü’, La Fontaine, Platon, Pascal, Empedokles, felsefe (sonuçta bir biçim meselesidir), Shakespeare gibi onlarca doğrudan ve dolaylı gönderme (çevirmen notlar bunları) metne derinlik katar.
‘Bir saat öncesi ve bir saat sonrası’ arasında mekik dokuyan ve ‘hayvanlıktan ancak hayvanlarınkinden daha incelikli ve zarif bilinçaltına bastırma yetenekleriyle’ kurtulan insan, aşktan tarihe, yemekten hastalıklara, evren fikrinden zamanın ne olduğuna, antropolojiden edebiyat tarihine (koskocaman bir boşluk olarak nitelenir) hemen her konu konuşulur. Valery sanki bir şairin zihin haritasını çizer. İkisi de birbirini sürekli açığa düşüren Ben (20 gündür uyumamıştır) ve Doktor, modern hayatın envanterini çıkarırlar. Biri ‘romanlara tahammülüm yoktur’ derken öbürü insanın ‘ertesi günler üretme’ hastalığına takılır. Doktor, Ben’in çoklukla çenesine dönüşür soru yoluyla. Zaman zaman ‘Beng ü Bade’, ‘Rint ve Zâhit’ okuduğunuz zehabına kapılabilirsiniz ama ‘Sabit Fikir’ eğlenceli, akışkan, düşündürücü ve zihin açıcı bir kısa kitap. Ama yoğun.

SABİT FİKİR 
Paul Valery

Yazının Devamını Oku

Varlığın ‘çıt’ sesi: Bitkiler

25 Mart 2022

Hayatı bitkilerden sevmek diye bir şey var. Renk, koku, isim, tat, şekil ne türden bilgi ararsanız var onlarda. Dil, diller biraz da onlar vasıtasıyla kabalıklarından sıyrılırlar, ince ince düzene girerler. Zaten dilimizin de en kapsayıcı kelimelerindendir ‘bitki’. Onu kullandığımızda başka bir âleme dalarız. Bitki örtüsü diyerek genelden başlarız da ‘ot’ dediğimizde şifalılarından salatalara, baharattan çiçeklere değin nice ayrıntıya ineriz. Ruh genel atmosferinden çıkıp ayrıntının ruhuna bitkiler vasıtasıyla kavuşur gibidir. Ruh ile şifayı beraber düşündüğümüzde ise sanki bitkinin varlık gerekçesi de tamamlanır. Şifalı bitkiler botanik kadar ıtriyatın, eczacılık kadar sanatın konusu olur. Gezgin ve meraklı şairimiz İlhan Berk de çok kere şiirinin başı ağrıdığında sağaltımı orada bulur. Bir kimlik ve kişilikten bahsetmektir bitkiyi konuşmak.


(Adamotunun kökleri) 

Dünyanın çevresi bunca hızla kirlenip de insan sağlığı fiziken ve ruhen bozulurken bir şekilde yol bitkilere çıkacaktır kaçınılmaz olarak. Robin Wall Kimmerer ‘Bitkilerin Ruhu’nda modernlik, teknoloji, politika, kültür ve dil üzerinden ruhsal okumalara yöneliyor. Amerikan kültürünün yok ettiği ‘Kızılderili’ kimliğine dipten bağlanışlarla ilerliyor. ‘Kutsal Ot’ kavramından hareketle (adamotunu çağrıştırdı bana) ‘Kutsal Otun Ekimi’, ‘Bakımı’, ‘Hasadı’, ‘Örülmesi’, ‘Yakılması’ başlıkları altında alışılmış botanik incelemesinin ötesinde, öykülemeye dayalı bir dünya kuruyor. Toprak, kök, ahlak, tohum, dil, ruh gibi nice kavramlar yedeğinde rol alıyor. Kozmik bir atmosfer oluşturuyor ancak günlük hayatın dinamiklerinden kopmuyor. ‘Dünyevi ile kutsalı bir araya getiriyor.’ Amerikan dünyasının yarattığı yıkımları ‘Kızılderili’ olmak fikri üzerinden eleştiriyor. Toprağı kaybetmekle dili, dili yitirmekle ‘Kızılderili’ olmanın yitişi esas dert olarak çiziliyor.

Yazının Devamını Oku

Yazmak düşünmektir

18 Mart 2022

Yazının uzun tarihi gelecekte onu bekleyen talihi kadar uzun olacak mı? ‘İnsanoğluna Sümerlerin bu eşsiz katkısı’ tek bir uygarlık mı yoksa bütün medeniyetlerin katkısıyla mı yok olacak, kestirmek zor. Fakat onu karanlık zamanlar bekliyor. Buna rağmen yazının öyküsü insanın öyküsü olmayı hep sürdürecek, bu kesin. Steven Roger Fischer, ‘yazı üzerine kurulmuş küresel bir toplum’ sayılan bugünkü manzarayı yedekte tutarak, ‘dünyanın başlıca yazı sistemleri ve alfabelerinin kökleri, biçimleri, işlevleri ve kronolojik değişimlerini’ ana hatları ile incelemeye tabi tutuyor. İnsanın yazıyı icat ederek nasıl bir toplumsal yapıya kavuştuğu kadar yazının kaynağını da önemli bir soru/sorun olarak görüyor. İlahi kökenli açıklamalardan her tür evrimci görüşlere kadar genişler yazının doğuşu hakkındaki fikirler. Fischer’e göre ‘yazıyı kimse icat etmemiş’tir. Doğuşunun kökeninde ‘insan konuşmasını grafik olarak yansıtma fikri’ vardır...
Sekiz ana bölüm boyunca yazının doğuşundan bugünkü manzarasına değin hemen her aşamayı ele alıyor Fischer. Çentiklerden tabletlere, Mısır ve Çin yazısının doğuşundan parşömenlere, çivi yazısına, arkeolojik kalıntılardan kütüphanelere değin yazıyı ilgilendiren her hususu bir bir irdeliyor. Amacı belgelere dayanarak genel manzarayı çatmak kadar yazının ontolojisi üzerine okuru düşündürmek diye özetlenebilir. Yazıdan bahsederken oluşmuş yazıyı mecburen referans aldığımızın ve öncesini bilemiyor olmamızın altını çizen Fischer, yazının tarihinden öğrenilecek dersi de “... Sessiz resimlerden aşama aşama ‘evrim’ geçirmemiştir” yazı. ‘Doğrudan, güncel konuşmanın grafik ifadesi olarak başlamış ve bin yıllar boyunca da öyle kalmıştır’ cümleleriyle çerçeveliyor.
‘Eksiksiz yazı’ tanımını kullanan Fischer, ‘formel bir tanım tuzağına’ düşmemek gerektiği görüşünde. Ona göre, ‘iletişim amacı taşıyan, kalıcı (taş, kâğıt, mermer, kemik, duvar vs.) veya elektronik bir yüzey üzerindeki yapay grafik işaretlerden oluşan, kurallı konuşma ya da elektronik programlamayla ilişkili işaretleri iletişimin sağlanacağı şekilde kullanan’ sistemdir ‘eksiksiz yazı’. Dolayısıyla alfabeyle ilişkilidir. Literatüre geçmiş onlarca alfabe ve onların birbiriyle etkileşimlerini de konu ediniyor kitap boyunca. Fonetikleştirmeyi, ‘resimli ikondan fonetik sembole geçişi’ belirleyen bir adım sayıyor ayrıca. Sümerlerin ‘bir sembolün sesin, bir göstergeye dönüşmek üzere dizgisel bir konum üstlenmesi’ndeki kritik rolünü özellikle vurguluyor.
Ortadoğu’dan Çin’e, Hint’ten Amerika kıtasına kadar hemen her eski uygarlık hem yazıyı icat ediyor hem de onun sayesinde varlığını belgeliyor. Yazı bir dilin ölmesini önleyemiyor belki ama geride bıraktığı kalıtları da hayat olarak pekâlâ ayakta duruyor. İnsan iletişiminin görsel sembollere indiği ve emojiler gibi yeni yeni göstergelerle alabildiğine basitleştiği bir süreçte, yazının insanın zor ve zorlu öyküsü ile yaşadığı etkileşim temel bir değer olarak yerinde duruyor. “Yazmak sesin resmedilmesidir” diyen Voltaire, sese ayrıca bir değer yüklüyordu. Gelecekteki sorun belki de bununla ilgilidir. Ses olmayacak mı? İnsan konuşmadan mı anlaşacak? ‘Yazının Tarihi’ni okurken düşünmeden edemezsiniz çünkü yazmak düşünmektir.

YAZININ TARİHİ
Steven Roger Fischer

Yazının Devamını Oku

Bir imparatorluk ve bir cumhuriyet

25 Şubat 2022

Cumhuriyet’i kuran askeri kadro Osmanlı subaylarından oluşur. İçlerinde Enver Paşa, İsmet İnönü, Atatürk, Fevzi Çakmak ve Fahrettin Altay’ın da bulunduğu yüzlerce genç asker ilkin imparatorluğun ayakta kalması için mücadele ederler. İster İttihatçı olsunlar ister zamanla ayrışıp başka bir çizgide ilerlesinler idealizm hepsinin ortak vasfıdır. Zaten bu sebepledir ki bir imparatorluk yıkılırken bir cumhuriyet kurulabilmiştir. Cephe tecrübesine eklenen siyaset zamanla onları karşı karşıya getirecektir elbette. Asker bir aileden gelen ve Enver Paşa ile sınıf arkadaşı olan Fahrettin Altay, imparatorluğun yıkılış günlerine, İstiklal Savaşı ve sonrasına aktif olarak tanıklık eden bir şahsiyet olarak anılarını kaleme almış, kendi gözünden tarihin gözden geçirilip okunmasına katkı sağlamıştır. Yazdıklarını ‘siyasi ve edebi iddia taşımanın’ dışında, ‘yakın tarihin süratli akışı içinde yaşananlardan ibaret’ sayan paşa, mümkün olduğu kadar ‘vesikalar ve fotoğraflara’ dayandırmaya dikkat ettiğini de vurgular yazdıklarında. Enver Paşa ile arkadaşlığıyla başlayan ve inkılapların bütün hızıyla hayata geçirildiği döneme kadar uzanan hatıraların satır aralarında pek çok iz bulmak mümkündür.
Ben böyle hatıraların arkasında saklanan yazıcı kişiliği de merak edenlerdenim. Fahrettin Altay, olaylara yoğunlaştıkça farkında olmadan kendisini geri çeker. Milletvekilliği yapmasına rağmen mizacen politik oyunlardan uzak kişiliğinin bunda payı olabilir. Yazdıklarında merak edilesi taraf ise hep ‘korunmak’ gibi gözükür. Çünkü her zamanda mutlak iktidar ve güç kavgaları yaşanırken, ön saflarda bulunmayan kişilerin, yaşananları kendilerine doğru da yorumlamaları kaçınılmazdır. ‘Falaka ile dayak atılırken trampet çalınması’, Enver Paşa’nın kurmay sınıfını ikincilikle bitirmesi, ‘ispirto ocağında pişirilen kahveyi içinde alkol olduğu gerekçesi ile geri çeviren’ subayları da öğrenirsiniz öte yandan. Belki de bu tür hatıraları ilginç kılan yazanın ‘öylesine’ yazdıklarıdır. Zihniyet dünyası kadar hayatın kurucu tarafı en çok bu sıradan ayrıntılarda açığa çıkar.
Çanakkale Savaşı, Sakarya Meydan Muharebesi, İzmir’in kurtuluşu, İzmir Suikastı, Menemen Olayı gibi büyük olayların arasında o kadar çok yaşanmışlık vardır ki, okur Altay’ın oldukça özet ama dikkatle anlattığı olaylardan genel ve net bir fikre varabilir. Fahrettin Altay bir kahraman olarak öne sürmez kendisini, tanık tarafını önde tutar. Bu yönden, özellikle onun Atatürk’ün daveti üzerine Çankaya’da geçen 11 günlük misafirliğinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sofraya gelen yemeklerin tek tek isimlerinin yazılmasından tutun binilen arabalara, içilen içkilere, kadınların adım adım konumlanışına, yeni başkentin her bakımdan dönüşümüne, paşanın şaşkınlıklarına, Atatürk’ün bir görünmez zaman burgacı gibi her şeyi şekillendirişine tanık olursunuz.
Paşalar geçidi içinde İsmet İnönü’nün her daim özeni de dikkatinizden kaçmaz. Bahçenin bir köşesinde dolaşan ‘güzel güvercinler, ada tavşanları, Malatya’dan gönderilmiş iki ceylan, küçük ayı yavrusu, maymun ve tavuskuşu’ ilginizi çeker. Zaman zaman o dönemin şartlarına göre bazı kadınların köşkte yaptıkları danslar da bir yeni hayat projesinin örnekleri olarak karşımıza çıkar. Bayan İnönü’yü sofrada hiç görmediğini yazan Altay, Atatürk’ün eğitmenlik amacıyla yurtdışından getirtilen Madam Bauer için “Benim karım toz alırdı, bu ise azamet satıyor” dediğini de yazar. Eski askerlerin ticarete atılması bir yana hâlâ temel karakterimiz olan ‘inşaat’ burada da başat faktördür. “Arsa ticaretinin de ileride çok kâr getireceğinden söz ettiler, ne yazık ki bundan ders almadım” diye şaşkınlıkla dolaşır yeni kurulan ‘inşaat’lar arasında Fahrettin Altay.

ON YIL SAVAŞ 
VE SONRASI 1912-1922

Yazının Devamını Oku

Atatürk’ün mütevazı ama stratejik sofrası

11 Şubat 2022

Yahya Kemal’e sormuşlar; “Üstat Viyana önlerine kadar nasıl gittik?” Güya şöyle cevap vermiş: “Mesnevi okuyarak ve pilav yiyerek.” Bir yönden maddi ve manevi gıdalanmaya atıf yapan bu anekdot, mutfak ile oluş arasındaki mutlak ilişkiyi de karşılar. Kaldi ki mutfak salt bir mekân değil, Mevlevilikte olduğu gibi eğitimin ilk eşiğidir. Kültürümüzdeki ‘ocak’ kelimesini düşündüğümüzde aş ile mekânın poetikası nasıl birleşir onu da görürüz. Bu bağlamda, yeni kurulan Cumhuriyet’le beraber şekillenen Çankaya/Atatürk mutfağına da bambaşka gözlerle bakmak gerekir.
Murat Bardakçı yeni kitabı ‘Atatürk’ün Mutfağı’nda, belgelere dayanarak, sofrayı, mutfağı, yemekleri ve bunların çevresini yeniden araştırıyor. Daha çok siyasi bir çağrışım yapan Çankaya/Atatürk sofrasını, ‘mutfak ve mutfağın nasıl işlediği’ sorusundan hareketle şekillendiriyor. Latife Hanım’la Atatürk’ün kısa süren evliliği dışında kalan sürede bir tür ‘bekâr mutfağı’ hüviyeti taşıyan bu sürecin ayrıntılarına dalıyor, bazı esfaneleri altüst ederken yeni bilgiler sunuyor. Belge tarihçilikte her şeydir ve onun karşısında bütün söylentiler susar. Bunların ışığında acı bir hüküm verir Bardakçı: “Atatürk’ün mutfağında pişen ve sofrasına gelen yemeklerin ayrıntısını bilmiyoruz.” Tek istisna kısa süreli misafirliği sırasında Fahrettin Altay’ın verdiği yemek listesidir.
Murat Bardakçı’nın yazdıklarından anlaşılmaktadır ki tıpkı kurulan yeni cumhuriyet gibi Atatürk’ün sofrası da günbegün şekillenmekte, genişlerken çeşitlenmektedir. Misafirleri için yapılan harcamaları cebinden karşılamakta hassas davranan Atatürk, sofrayı politik ve stratejik bir odak olarak kullanmaktadır. Günlük uyanma ve uyuma saatlerine dikkat edildiğinde ‘meclis’ kurulmakta, dünyadaki örneklerle karşılaştırıldığında mütevazı bir toplanma gerçekleşmektedir. Köşke alınan erzakları inceleyen Bardakçı, Atatürk’ün kuru fasulye tutkusunu şüpheli gördüğü gibi özellikle bamya ve enginara dikkat çekmektedir.
Sofracılar (aşçılar, hizmet edenler, garsonlar) yanında, çatal, bıçak, kap kacak gibi malzemelerin temininde yaşanan sıkıntılar bize bir şatafat değil oldurma çabasını sunuyor. İktisat, sosyal ve siyasal tarih için yeni okumalara imkân veren pek çok belge ile karşılaşıyoruz ayrıca. Osmanlı mirasının alabildiğine reddi miras edildiği bir dönemde saraylardan Ankara’ya malzeme taşınması, hatta bazı porselen tabakların kırdırılması unutulur cinsten bilgiler değil. Hatta Atatürk’e yazılan mektupları da başka bir gözle okumakta yarar var. Muhtemelen bu mektuplar bizzat o şahıslar tarafından yazılmıyordu. Dil, üslup bilen aracılar vardı. Nitekim Sofracı Saip’in mektubu bir kısa hikâye olarak etkileyici bir filme kaynaklık edecek kadar merak uyandırıcıdır.
Beş ana bölüm etrafında örülen ‘Atatürk’ün Sofrası’ bize ‘Ankara’ya, köşke su göndermek için ‘Alemdağı taraflarında kurtların dört jandarmayı parçalamaları’ndan tutun da Bursa valisinin saydığı ‘bir sepet kırmızı, bir sepet sarı hülü ve iki sepet Isfahan ve bir sepet Yeşil Türbe şeftalisi’ yanında, Atatürk’ün ölümünden bir gün önce, 9 Kasım günü yapılan tuhaf alışveriş listesini de sunuyor. Hasılı, Cumhuriyet’in öyküsünü bir de buradan okumakta yarar var.

ATATÜRK’ÜN MUTFAĞI 

Yazının Devamını Oku

Sounder adında bir köpek

21 Ocak 2022

Çocuktan söz eder hikâye. Hikâyeyi anlatan birisi vardır. Tıpkı başlangıçta söz, hikâye vardır dercesine devreye girer. ‘Nasıralı Marangoz sadeliğinde’ bir adamdır bu anlatıcı. Okuduğumuz hikâyenin anlatıcısına, yine bir gün önce ‘Odysseus’un sadık köpeği Argos’un, sonra da başkahramanımız Sounder’in hikâyesini’ anlatmıştır. Bir av köpeğidir Sounder. ‘Ezop’tan, Eski Ahit’ten veya Homeros’tan gelmez kaynağı. Kitabın yazarı William H. Armstrong, ‘tarihten geldiğini’ söyler onun. Böylece daha gerçekçi bir düzleme oturtmak ister. Fakat hangi insanın hikâyesi geçmiş insandan ve hangi köpeğin hikâyesi dine, kültüre, efsaneye, destana yansıyan köpekten kopuk olsun ki? Kıtmir az şey mi söyler mesela tarih ile din arasında durduğunda.
Doğu Rüzgar Özer’in duru tercümesi ile buluştuğumuz ‘Sounder/Sahibini Bekleyen Av Köpeği’, çarpıcı şekilde Steinbeck’in romanlarına da yansıyan 1930’lar Amerika’sında yaşayan siyahların zorlu hayat koşullarına dayanır. Şartlar ne kadar zorlayıcı olsa da insanlar arasındaki sevgi ve dayanışma duygusu o denli güçlüdür. Sanki kitap bilinçli şekilde insana umut aşılamak için yazılmış gibidir. En çetin yoklukta bile kelimeler ve hikâye anlatmak ayakta tutar onları. Tıpkı Vittorini’nin ölümsüz eseri ‘Fil’ gibi, ‘Sounder’ da yokluğa çarpan insanın yoksullukla çalkalanan direncine bağlanır.
Çocuktan söz eder hikâye. Çocuğun kardeşlerinden söz eder. Rüzgârdan da söz eder. Çocuğun annesine ‘yalnızlığını hissettiren’ rüzgârdan bahseder. Anne ‘geceleri, en uzak sınırın lamba ışığının bittiği yerde, yani kulübenin duvarlarının ardında kalan dünyayla bu duvarlar arasındaki sıkışıklığı hisseder’ durmadan. Rüzgâr canlı bir varlıktır burada. Anne belki kendi ıssızlığını ve belki asıl çocukların korkularını gidermek için hikâyeler anlatır. Çocuğun hoşuna gider bu. Çünkü ‘bu hikâyeler, geceleri çocuğun yalnızlığını alıp götürür’. Baba da yerini alır hikâyede. Bütün aile fertleri olumlu tiplerdir ama hiçbirinin adı yoktur. İsmi olan sadece Sounder’dır.
İsmi yanında sesi vardır Sounder’ın. ‘Georgia cinsi kızılkafa av köpeği ile buldok kırmasıdır’ Sounder. ‘Sesine paha biçilmez.’ Havlayışı bile sarıp sarmalayıcıdır. ‘Geceyi kucaklayıp bütünüyle kaplar, bir çalgının tellerini titretircesine etraftaki bütün ağaçların dallarına değerek adeta müziğe dönüşür.’ Kitap için çizilmiş resimler vasıtasıyla biraz daha yakından tanırız kahramanları. Üç çocuk ve aile köpeğin de varlığıyla iyice kaynaşırlar.
Armstrong hikâyeyi ev içine hapsetmez. Her ne kadar bütün iyi ve güzel olan orada ‘yuvalansa’ da, çevreyi, ‘kumaş parçalarından dikilmiş bir yorganın üzerindeki gibi şeritler halinde uzanan’ yolları gösterir. ‘Ekili araziler, nadasa bırakılmış tarlalar ve çalılıkların hepsi sıra sıra ağaçlardan oluşan dikişlerle birbirine eklenmiştir.’ Çocuk, ‘yol’dan ayrılmaması şartıyla istediği kadar uzağa gidebilir. Bir yandan insanın bu şartlardan ebediyen kurtulma ve yola çıkma istencini anlatır kitap. Tıpkı sosyal ve ekonomik şartlar gibi ev dışındaki insan davranışları da çok serttir. Babanın şerif ve adamları tarafından evden götürülürken yaşanan karmaşa çok iyi anlatır bu durumu. Çocukla köpek bir gelecek arayışı içinde dönüp dururlar. Dönemin isimlerini silerek yok ettiği insanlar, Sounder’da birleşirler.

SOUNDER  
William H. Armstrong

Yazının Devamını Oku

Cortazar’ın sanatına açılan kıymetli bir kılavuz

14 Ocak 2022

İyi bir biyografi sadece ayrıntılı hayat hikâyesi değildir. O hayatı değerli kılan eserlerin/eylemin arkaplanını sunan eserler, aktardıkları hayatı bir kez daha yeniden kurarlar. Bu sebepten biyografi yazarlığı kurmacaya hep göz kırpar. Julio Cortazar uzmanı Miguel Herraez’in ‘Julio Cortazar/Gözden Geçirilmiş Bir Biyografi’de yaptığı tam da bu. Cortazar’ı bütün şartları içinde ele alırken, ustaca onun yaşamını eserlerine bağlar. Adeta bütün bu yaşantılar; aile, ülkeler, şehirler, seyahatler, aşklar, sıkıntılar, dönüm noktaları bunun içindir. Her hayat birbirinden ilginç olabilir. Fakat ancak sanata ve esere yansıyan ilginçlikler varlığını sürdürebilir. Çağla Işıl Soykan çevirisiyle okurla buluşan biyografi Herraez’in Türkçe baskı notu ile açılıyor ve aşama aşama bizi 20’nci yüzyıl Latin Amerika edebiyatının en yaratıcı yazarlarından Cortazar’ın evrenine çekiyor.
“Neden Julio Cortazar” diye soruyor Herraez ilkin. ‘Deneyselliğin edebiyat gibi ciddi düzlemlerde de var olduğunu’ ondan öğrendiğini ve romanın geleneksel yapısının dışında ‘soyut olabileceğini, ana hatları olması gerekmediğini, menteşelerinin keyfi olabileceğini, biçim olarak tamamen açık bir yapıya sahip olabileceğini’ Cortazar’da gördüğüne dikkat çekiyor. Şair olarak yazmaya başlayan, öykü ile beliren ve asıl roman ile zirveye oturan bir kişiliğin anahtarı aslında bu tespitler. Belki bütün ‘Boom’ dönemi yazarlarında benzer bir süreç söz konusudur ama Cortazar’ı onlardan ayıran temel espri ‘biçimin açıklığı’nda düğümlenir. Oldukça çarpıcı şekilde aydınlatır Herraez bu düğümlenmeyi. Uzun deneyimlerden ve hesaplaşmalardan sonra ‘Seksek’ yazarı ‘türü değiştirme’ye yönelecektir.
“Cortazar’ın yapmak istediğinin tür değiştirmek (öyküden romana geçmeyi kastediyor) değil, türü değiştirmek olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek” diye yazıyor Herraez. Ayrıca, bu dönüşümde şiir yazmayı hiç bırakmadığını da özellikle vurguluyor. “Hayvan Hikâyeleri’ni yazdığında öykü modeli dediğimiz; bıraktığı izde hemen ona ait olduğunu, onun olduğunu belli eden damgası ortaya çıkar” tespitini, roman söz konusu olduğunda ‘Seksek’e uyarlayabiliriz ve bunu ‘roman modeli’ diye nitelendirebiliriz. Zaten ‘Seksek’le beraber Cortazar da kendisini ebediyen damgalar. ‘Biraz da mitsel biçimde görülen bir kentin anlatımı’ olması sebebiyle 20’nci yüzyılı bütün kudretiyle kucaklar.
Cortazar uzmanı bir biyografi yazarı elbette bize ilginç hayat detayları da verecektir. Kaldığı oteller, seyahat rotaları, özel hayatı, 48 numara ayakkabı giymesi, sarmısak nefreti, ilk baskısı 2 bin 500 adet yapılan ‘Seksek’ gibi ayrıntılarla bir yazarın hayat açılarına da şahit oluruz. Cortazar’ın aileden başlayan dil bilme şansı, İspanyolca konuşulan dünya ve Avrupa merkezli buluşmaları seyahatlerle taçlanacak ve büyük yazarın evreninin genişlemesine hizmet edecektir. Diller, seyahatler ve şehirlerin yarattığı bir yazardır sonuçta Cortazar. O sanatçı mizacı, çalışması ve özellikle Boom akımının patlamasıyla beraber ilerlemiş ve halen hayatı ve eserleri ilgi konusu olmayı sürdüren bir kişiliktir. Miguel Herraez’in eseri de her bakımdan Cortazar ve onun sanatına açılan kıymetli bir kılavuz sayılabilir.

JULIO CORTAZAR 
GÖZDEN GEÇİRİLMİŞ

Yazının Devamını Oku

Modern şiirin seçkin işaret taşı: Sezai Karakoç

17 Kasım 2021

İkinci Yeni, modern şiirimizin kendisini tamamlama çevrimidir ve bunda Sezai Karakoç’un mutlak payı vardır. 1933’de Diyarbakır- Ergani’de doğan, Maraş Ortaokulu, Gaziantep Lisesi ve sonrasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitiren Karakoç, ilkin iki sayılık Şiir Sanatı (ki aslında 2. Yeni’nin ilk toplanma yeridir) dergisini, sonra da 1960’dan başlayarak değişik aralıklarla Diriliş Dergisi’ni çıkarmıştı. Üniversite öğrencisiyken yazdığı ‘Monna Rosa’ şiiri ile gönüllere taht kuran Karakoç, Cemal Süreya, İlhan Berk, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Gülten Akın, Edip Cansever gibi başat şairlerle, 1950’lerin ortasından itibaren modern şiirimize yepyeni bir soluk getirmişlerdi. Muzaffer Erdost’un isim koyduğu İkinci Yeni haksızca eleştirilse de halen bu atılım bir hiza ve orijin niteliği olmayı sürdürüyor.

İLK KİTABI 1959’DA

İlk kitabı ‘Körfez’ 1959’da basılan Karakoç, kendi zihni öncülleri sayılabilecek Mehmet Akif ve Necip Fazıl’dan teknik, estetik ve duyuş atılımları yönünden ayrışarak hem kendi özgünlüğünü yaratır hem de mevcut şiir kanonuna açılım ve derinlik katar. İnançla kuşanmış genç kişi, kentli bir idealist olarak yepyeni bir tecrübeye bürünür. ‘Şahdamar’, ‘Sesler’ gibi sonraki kitaplarında çarpıcı şekilde izlenen çağcıl ve senfonik duyuş, önce ‘Köpük’ şiirinde sonra da ‘Hızarla Kırk Saat’ kitabında destansı bir forma bürünecek bu form İslam inanç ve medeniyetin kodlarıyla ‘Tahanın Kitabı’ ve ‘Gül Muştusu’ eserinde boyutlanacaktır.

‘DİRİLİŞ’ KAVRAMIYLA...

Sezai Karakoç, düşüncelerini ‘Diriliş’ kavramı etrafında formüle etmiş bir düşünürdü aynı zamanda. İslam dünyasının topyekûn dirilmesini ve kültürel olduğu kadar inançsal bir atılım yapması gerektiği ana erekti. Didaktizme düşmeden, kitlesel anafora kapılmadan, entelektüel bir süreç yaşadı Karakoç. Şiir ve yazılarını görmekte ve değerlendirmekte geç kalan Türkiye entelijansiyasına karşı kendi mütevazı ve yalın dünyasında tek başına direnen Karakoç, son zamanlarda bir cenah kültüne de dönüştürülmüştü. Oysa şiirsel zeka yanında engin kültür ve yüksek samimiyetle örülmüş eserleri, toplumsal kapsayıcılık bakımından da kaynaktır. Hikâyeleri, Mevlana, Yunus Emre, Mehmet Akif mini biyografileri, şiir çeviriler ve henüz kitaplaşmamış hatıraları kültür ve edebiyat tarihimizin esaslı metinleri sayılabilir. Şiir çevirilerindeki yetkinlik ve hikâyelerindeki geçmişe bağlı kavrayışla ayrıksı bir sanatçıdır.

MERKEZ: DİRİLİŞ DERGİSİ

Üniversite yıllarında şair Cemal Süreya’nın yakın arkadaşı olan Sezai Karakoç, başta Necip Fazıl Kısakürek’in Büyükdoğu idealine bağlanıp orada yazı ve şiirler yayınlasa da zamanla kendi çizgisini geliştirmiş, 1966’dan itibaren Diriliş Dergisi özellikle inançlı entelektüel sanatçıların merkezi olmuştur. Doğu’yu ve Batı’yı tarihi sosyolojik perspektiften değerlendirerek özgün, yeni ve modern bir zihin halitasını öneren, bunun için çevirilere, eski metinlere ve genç şair ve yazarlara kucak açan bir anlayışla yol almıştır. Binlerce sayfayı aşan dergi ve gazete ciltlerinde her meşrepten gence mümkün olduğunca yer verilmiştir. Karakoç, kültürü ve sanatı bir dönem olarak değil hayat olarak düşünmekle ve kitlesel iştaha mesafeli durmakla ayrıcalıklı bir karakter olarak belirir. ‘Gün Dönümü’ adını verdiği toplu şiirleri, 1950’den bu yana yaşadığımız hayatın canlı bir yansıması olduğu kadar modern şiirimizin teknik ve estetik evrimini de içerir. Octavio Paz’ın modern şiir için kullandığı ‘bağlamlı’ kavramı belki de en çok bu toplamdadır.

Yazının Devamını Oku

Kültür ve kibir

26 Eylül 2019

Kültür kelimesi kimsenin dilinden pek düşmez. Toplumun her katmanında bir büyüteç işlevi gördüğü de açıktır. Ticaret hayatından üniversiteye, medyadan sanat dünyasına, politikadan modaya kadar her alanda bir kültür tanımı da var üstelik. ‘18’inci yüzyılın sonlarında sanayiciliğin bir eleştirisi olarak önem kazansa’ da artık sanayi çağının sonucu sayılan kapitalizmin çok yönlü efekti konumunda çoktan. Terry Eagleton, ‘Kültür’ kitabında bu kavramın arkeolojisi kadar eleştirisini de yapıyor. Sonunda ise sözü bir şekilde edebiyata bağlıyor.
‘Sanat ve düşünce eserleri toplamı, ruhsal ve zihinsel gelişim süreci, insanların yaşamlarına yön veren değerler, gelenekler, inançlar ve simgesel pratikler’ çerçevesinde tanımlanan kültür, doğuşu kadar gelişip yayılmasıyla da ilginç bir konu. Tek bir kültür de yok. Bu sebepten kolay kolay indirgenemez.
İlkin uygarlık (çevirmen Berrak Göçer, medeniyet yerine uygarlık kelimesini tercih etmiş) ile kültür arasındaki ayrışımı ve birbirlerine sebep sonuç yönünden bağlanışlarını irdeliyor Eagleton. Pek çok düşünür, sanatçı ve eleştirmenin referanslarına yaslanarak kendi görüşlerini berraklaştırıyor.“Uygarlık kültürün bir önkoşuludur” derken, kültürün toplumun simgesel boyutlarını taşıma kapasitesinin altını çiziyor. Aslında bir eleştiri kitabı ‘Kültür’. Bugün dünyanın her yerinde saygı ile karşılanan ‘kültür’ün tekinsizliğini açığa çıkarıyor. Bir Marksist olarak, kapitalizmin ürettiği kavramı da tatlı tatlı silkeliyor.

Edmund Burke’den T. S. Eliot’a, Oscar Wilde’dan A. Ashley Cooper’a değin onlarca düşünce ve sanat insanının kültüre getirdikleri özgün yorumları yeniden gözden geçiriyor Eagleton. Üzerinde en çok durduğu ve altını ısrarla çizdiği mesele, seçkinlere ait bir değer olmaktan nasıl sıradan insanların hayatlarına başarıyla kültürün sokulduğudur. Kapitalizmin bir tür akıl ve sigortacılık oyunu olarak kültürü dönüştürmesi onun eleştirisinin önem verdiği noktalardan biridir. Çünkü “19’uncu yüzyıl düşünürleri eski Yunanlardan, onların ruhsal dengelerinden ve organik olduğu varsayılan toplumlarından özlemle bahsetmeye başlamışsa, bunun önemli bir sebebi fabrikalarla kömür madenleridir”. Ayrıca, kültür fikrinin kaynaklarından birisi olarak da ‘Tanrı’nın ölümü’ meselesini anacaktır yazar. Seküler modernliğin açtığı Tanrı biçimindeki boşluğu doldurmak için akıldan ruha, Michael Jackson’dan devlete kadar ikameler üretilmiştir. “Ancak tüm vaatlerine rağmen kültür de Tanrı’nın tahtına oturamamıştır” bugün.
Eagleton ayrıca ustaca üretilmiş ‘popüler kültür’ kavramına getirir sözü. Böylece kültürün ‘kapitalizmin maddi altyapısının şeker rafine etmek ya da hasat kaldırmanın parçasına’ dönüşmesini vurgular. Bugünkü dünyada bir kültür adamı olarak işlevsizleşen eleştirmen ve edebiyat araştırmacısını da o kurtarmıştır. Yoksa edebiyat incelemesinin “ne olduğu belirsiz bir uğraş olarak canlı bir ekonomiye gerçekten bir katkısı” olabilir miydi? Öyleyse kültür endüstrisinin (nedense kültürel endüstri kavramını üreten Edgar Morin’e hiç atıf yapmaz Eagleton) bayrağı kibirle dalgalanabilir. Doğu, İslam medeniyetleri (uygarlıkları) kitabın eksik yanı olarak söylenebilir.


KÜLTÜR

Yazının Devamını Oku