Misafir de kimmiş, asıl misafir benim!

En güzel örtüleri sizin

için çıkardım

En güzel porselenlerim sizin

Evimdeki en büyük oda

Arada şereflendirdiğinizde

konforunuz için

Ve yemin ederim

kullanmıyoruz hiç

O en geniş koltukları


Bilseniz ne değerlisiniz

Tozunu alırken orta sehpanın

Keyifli kahkahanızı duyar

gibiyim

Çayınız bittiyse de

Derhal tazelerim

Ve sizi temin ederim

karıştırmıyorum hiç

Büfedeki gümüş kaşıklarla

Mutfak çekmecesindekileri.

***

Geçenlerde konuşuldu masada. Dikkatimi çekti. Bütün taşlar oturdu.

Tabi ya, evindeki en büyük yeri misafire ayıranlar, başkalarının fikirlerine korkunç ehemmiyet verirdi! Misafir odası evin en güzel yeriyse, kalpte de bu böyledir.

Herkes şikayetçi. ‘Çocukken evin salonunda değil, oturma odasında yaşadık.

Salonumuzun kapılarını sadece arada bir gelen yabancılara açtık’ dediler.

Televizyon odası salonun bekçisi. Herkes orada yaşamış. Salonun Arap sabunlarıyla ovalanmış halıflexine kimse ayak basmamış.

Taa ki o ya da onlar gelene kadar. O gün giriş serbest. Kendi salonunuza!

Ben büyürken durum böyle değildi. Çünkü biz iki kardeştik, evlerimizde üç oda vardı.

Televizyon, biz, misafir aynı yerde dururduk. Salondaki koltuklarda misafirin gözünün içine baka baka, az mı çadır kurduk.

Zavallı misafir tek minderi kalmış koltukta kendine zor yer bulurdu. Tabii misafirin çocuğu da bizim çadırda misafir.

Salondaki koltuklar öğle vakti kendilerini bize örtmezlerdi. Ne kadar beyaz da olsalar, bir ömür birbirimize bakıp duracağımızı bilirlerdi.

Canım ne gereği vardı, aynı evde dargınlığın. Üzerimize döktüğümüz her şeyi, kendi üzerine dökecek kadar bizden oldular.

Bir çocuğun göz kamerasının lensinden, objektifinden o salonlar soğuk, karanlık, ürkütücü ve dev görünür.

Porselen çay tabaklarının gümüş kaşıklarla yaptığı ses, oranın oda müziğidir.

Arada bir kovalamaca ve saklambaç oynarken gizlice girilen bu yer, aslında çocuk sevmeyen bir ormandır. Yakalanırsın, sobelenirsin.

Şimdi artık şaşırmıyorum başkalarının lafına bu kadar önem veren bir yerde yaşadığıma.

O ne der, bu ne der, o ne düşünür, bu ne düşünür diye her şeyi saygıdeğer üçüncü tekil şahısa soruşumuza.

İşin en pis tarafı, herkesin birbirine ne kadar çok benzerse, o kadar alkış aldığı bir yerde ‘başka’ olmayı seçmek. O başkalaşım kayaları, gerçekten kaya olmak zorunda!

Çünkü duyacağı şey aslında nasıl olması gerektiği ve çay kaşıklarının ‘çinçin! bir konuşma yapmak istiyorum’ vaazları olacaktır.

Başkaları adı üstünde başkadır. O başkalarla aynı olmaya çabalamak, söylenişlerine aykırıdır.

Umarım evrim odalar için de geçerlidir. Başka başka olmaktan korkmayan bir homosapiens (insanın önceki bir adı), zamanla birbirlerini benzer salonlarda ağırlamaya gerek duymaz. Başkalarının evimizde bile sürdüğü bu saltanata bir son verilir.

Bugün,salonumuzun kapılarını kendimize açıp, koltuğumuza yerleşelim.

En güzel bardaklarımızdan bir yudum çay alıp, salonumuzu kendi içimizle kaplayalım.

Salonumuza taşınalım. Bu, hayatta başkalarına verdiğimiz bu haksız değeri otomatik olarak düşürecek, oda sıcaklığına getirecektir.

Evimizin, hayatın bizi misafir ettiği salon olduğunu unutmayalım.

Çinçin!

Günün vaazı bitmiştir.
Yazarın Tüm Yazıları