Mecburen Tahran üzerinden Dubai

’Mutlu son’la biten filmler vardır. Ekranda gülen yüzler üzerine "The End" yazısı oturur. Filmi izlediğiniz koltukta şöyle bir yayılırsınız, rahatlarsınız.

İçiniz bir hoş olur.

Dudağınızda bir tebessümle...

Kalkar evinize gidersiniz.

Çarşamba günkü yazım, tam da bu noktada kalmıştı.

Ama ne yazık "mutlu son"la bitemedi.

Evime gidemedim...

*

Çarşamba günü nerede kalmıştık?

"Uçağım kalkacak. Kızım bekliyor. Hadi bana müsaade. Görüşmek üzere..."

Bu laftan sonra siz ne hayal ediyorsunuz?

Kadın uçağına biniyor ve evine kızına gidiyor.

Ben de.

Üstelik o yazının başlığı "İstersen yaparsın"dı.

O kadar da doğru değilmiş. İstesen de yapamayacağın şeyler varmış.

"Mutlu son"la bitmesi beklenen film, finale doğru ilerlerken karabasana dönüştü.

*

Havaalanına gittim, üstelik bir saat erken, check-in yaptırdım, biniş kartımı aldım, pasaport kontrolünden geçtim. Hiçbir sorun yok. Şöyle ki, 220 numaralı kapının dibine kadar gittim, çay söyledim. Bekliyorum

İkide bir uçakların kalkış saatlerinin yazıldığı elektronik panoya bakıyorum, "Salona gidiniz" yazıyor. Zaten oradayım.

Sonra "Boarding" yazmaya başladı. Ama söylüyorum, kapıya o kadar yakınım ki, "Korkacak bir şey yok" diye düşünüyorum. Salaklık işte. "Burnumun dibi, kaçırmam imkansız" diyorum. Bir an boşluğuma geldi herhalde, kafamı kaldırıp "Kapılar kapandı" ibaresini görünce apar topar fırladım.

Kapıya koşarken, bir taraftan da içimden dua ediyorum:

"Allah’ım n’olur yetişeyim, bir aksilik çıkmasın ve ben uçağa bineyim..."

*

Neyse ki, uçak hálá orada.

Körüğe dayanmış duruyor.

"Allah’tan" diyorum.

Hemen geçiyorum kontrolden, hiçbir yerim de ötmüyor.

Koşuyorum o akordeon gibi tünelin içinde...

Gövdesini körüğe dayayan uçakla aramda iki metre mesafe ya var ya yok.

Pilotla neredeyse göz göze bakacağız.

Uçağın kapısını açacaklar, ben içeri gireceğim ve her şey bitecek...

Diye düşünüyorum.

Açtılar mı içindeyim...

Yanımda duran THY görevlisine "Açarlar değil mi?" diyorum.

"Hayır, kapılar kapandı!" diyor.

İki gündür koştura koştura iş yapmaktan, yorgun ve uykusuz kalmaktan, bütün enerjilerimi tüketmiş vaziyetteyim. Bir de üstüne bu gelince, ağlamak için kimsenin dokunmasına bile gerek kalmıyor. Bütün sinir sistemim boşalıyor.

Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyorum.

"N’olur bırakın bineyim, benim kızıma gitmem lazım" diyorum.

Acıklı bir haldeyim. Burnumu cama dayayıp, pilota ulaşmaya çalışıyorum, göz göze gelebilirsek yalvaracağım.

Görevliler de halime acıyor sonunda, ellerindeki telsiz telefonla yetkili birilerini arayıp kapıyı açtırmak için izin almaya çalışıyorlar.

Nafile.

Hiçbir yerden o izin çıkmıyor.

Bu kadar zaman geçmesine rağmen, uçak henüz kalkmadığı gibi...

Kalkmaya da niyetli değil.

Yanlış anlaşılmasın, kapris yapmış, uçağı bekletmiş, birilerini zor durumda filan bırakmış değilim; orada, karşımda duran uçağa beni almıyorlar.

Kapıyı açacaklar, cırt diye atlayacağım içeri, hop diye uçacağız.

Ama "Hayır!" dediler.

Açamazlarmış, yukarısı izin vermiyormuş.

Ve ben ağlarken, kızıma beni götürecek olan Dubai uçağı gözümün önünde kalktı gitti.

Nasıl üzüldüm anlatamam.

Sonra üzüntü, yerini kızgınlığa ve öfkeye bıraktı.

Tamam ben dalmıştım, hatalıydım ama insanlık haliydi. O kapıyı açsalardı elleri mi kırılırdı, yorulurlar mıydı?

İsteselerdi yapabilirlerdi.

Ama yapmadılar.

*

Ben hiçbir zaman böyle bir şey talep etmedim.

Ama bu memlekette herkes bilir ki, kimler için ne uçaklar bekletildi...

Ne numaralar çekildi...

Ne uçaklar kaldırıldı, indirildi...

Ben size yemin ederim, eğer iktidarlı birilerine telefon çaksaydım, o uçağın içinde olurdum. Allah’tan ki kafası öyle çalışan biri değilim. Zaten telefonumda o numaralar kayıtlı değil. Sonradan bana dediler ki, üstelik THY personelinden birileri: "Sizin hatanız! Bu kadar insanla röportaj yapıyorsunuz, birine telefon açacaktınız, o da gerekli insanları arayacaktı, iş bitecekti..."

Bu mudur yani?

Öyle mi yapmak gerekirdi?

Bu memlekette insanlara hizmet anlayışının kuralı bu mudur?

*

Ağlamaya devam ettim.

Sinirim ve hırsım da devam etti.

Ama esas olarak hissettiğim, çaresizlikti.

Yani şöyle bir durum değil; eve gidersin, uyursun, ertesi gün uçarsın.

Hayır, ben sadece bir gece ayrı kalacaktım Alya’dan; öyle planlamıştım, ikinci gece süt için uyandığında beni karşısında görecekti.

Herhangi bir THY yetkilisinin bunu anlamasını beklemiyorum ama...

"Al bavulu git evine, ertesi gün uçarsın" gibi bir durumda değildim.

Ben kızına ulaşmak isteyen bir anneydim.

Herhangi bir anne.

Türk Hava Yolları bana bu konuda yardımcı olmalıydı.

Olmadı.

İnsan şöyle isyan ediyor tabii:

Yapamazsın kardeşim. Çünkü sen herkese eşit muamele yapmak zorundasın. Eşitsizlik yapacaksan bile, herkese eşit oranda yapmalısın!

"En az 50 kere uçak beklettim" diyenleri tanıyorum ben, onların bizden ne fazlalıkları var? Neden Ankara’daki belli insanlara ayrıcalık tanınıyor?

Bir keresinde bir röportaj sonrasında, "Yetişemezseniz arayın yoldan, uçağı bekletelim" dediler bana. Ama onlar sıradan bir annenin ricasını yerine getirmediler.

O kapıyı neden açmadılar?

İyi niyet bunun neresinde?

*

Çaresizlik, insana her şeyi yaptırıyor.

Seni öldürmeyen şey, daha güçlü kılıyor.

Bütün havayollarına saldırdım.

Bu akşam Dubai’ye direkt giden uçak var mı?

Katar Havayolları?

Singapur Havayolları?

Emirates?

Yok.

Avrupa’dan uçan uçak da yok.

Peki aktarmalı?

Tek tek gözden geçiriyoruz.

Nihayet; Tahran’a gidersem, Dubai’ye ulaşacak bir yol buluyorum.

Gözümü kırmadan üzerine atlıyorum.

Önce Tahran’a uçtum.

Orada indiğim havaalanından 1,5 saatlik mesafedeki İmam Humeyni Havaalanı’na ulaştım. Gecenin dördünde karayoluyla...

Oradan aktarma yaptım, başka bir uçağa binip Dubai’ye geldim.

Sekiz saat filan sürdü.

Olsun...

Kızımın sabah sütüne yetiştim.

Seneler sonra yine

başörtüsü taktım

THY yüzünden, seneler sonra yine Tahran’a gitmek zorunda kaldım. Ve yine başörtüsü taktım. Kim ne derse desin...

Hiçbir gelişme olmadığı gibi...

Daha da kötüye gitmiş İran...

Mustafa Denizli vardı uçakta, sağ olsun çok yardımcı oldu bana; pasaport kontrolünden birlikte geçtik, herkes onu tanıyor, çok havalı, forsundan ben de faydalandım, pasaporttan kazasız belasız geçtim.

Nedir bu kadar bu fors merakı? Forsun yoksa beş para etmiyorsun şu hayatta. THY böyle şeyler de öğretti bana!

Mustafa Denizli, Tahran’ı seviyor. Mimarisi özellikle hoşuna gidiyormuş, estetik bulduğunu söylüyor, bazen geceleri arabayla şehri geziyormuş. "İnsanlarını da seviyorum, müthiş görgülü ve saygılı insanlar" diyor.

İyi de Mustafa Denizli bir erkek.

Gel de bir kadın olarak İran’ı sev!

Ülkeye iner inmez, tuhaf bir sessizlikle karşılaşıyorsun.

Müthiş bir bastırılmışlık duygusu.

Kafana hemen bir örtü takıyorsun, daha uçakta.

Ülkeden çıkar çıkmaz da kaldırıp atıyorsun.

Tabii THY’nin bana atacağı kazığı öngöremediğim için, aklıma İran’a gideceğim gelmiyor, haliyle pardösü filan yok yanımda. Başörtüsünü her yerden alabiliyorsun da, üzerimde kot ceketim var, son derece rahatsızım, popomu yeteri kadar kapatmıyor.

Pantolonumun bol olması da durumu değiştirmiyor. Her an alıp götürebiliyorlar, çünkü yasak. Onların istediği gibi giyineceksin. Bitti. Çok çok fena bir his, kadın olarak. Kapanacaksın. Büzüleceksin. Yok olacaksın. Saklanacaksın. Buharlaşıp, uçup gideceksin.

Ben hálá bu başörtüsünü "Canım istediği için takıyorum" diyen birilerinin varlığına inanmıyorum. Ya gerçekten çok dindardır ya da birileri onu zorluyordur.

Kös kös kafamdaki örtüyle, ürkek bir güvercin gibi gittim öteki havaalanına, "Şu uçak gelsin de bir an evvel bu ülkeden çıkayım" diye dua ederek...

Mustafa Denizli’nin kontratı artık bitiyormuş, bir sürü teklif varmış değerlendirecekmiş, pek neşeliydi, "Dubai’den de teklif var. Ne dersin?" dedi.

Ben de "Hiç düşünme bile..."

"Kabul et" dedim.

Yani Dubai nere...

İran nere...

Ve Dubai’ye inince, yeri öpmek istedim.
Yazarın Tüm Yazıları