Margarit halamın Dolapdere’deki evinin penceresinden filmleri bedava seyrederdik

Serin olurdu İstanbul’un akşamları. Gün batımında hırkalarımızı ve vazgeçilmez çekirdeklerimizi alıp yola çıkardık.

Gece iki film birden izlemek uğruna gün boyu ne tavizler verirdik annelerimize.

İyi yer tutabilmek için erkenden gidilirdi. Aileler ön sıralarda oturmazdı. Zaten bu yüzden de daha ucuzdu ön sıraların biletleri.

Yarı aydınlık, yarı karanlık havada seyrettiğimiz ilk film ikinciye kıyasla daima daha kötü olurdu. İlk film bittiğinde annenin başkanlığında gitmişsek ses çıkarmaz, babanın başkanlığında gitmişsek meşrubat diye tuttururduk.

Afişlerinin genellikle çarşı pazardaki büyük ağaçların gövdelerinde asılı olduğu yazlık sinemalar çocukluk yıllarımın İstanbul’unda orta direğin eğlencesiydi ve bu sinemalardan hemen her semtte vardı.

Yazlık sinemaların İstanbul’umda tek tek tarihe karışmasına delikanlılığa ilk adımlarımı attığımda şahit olmuştum.

1970’li yıllardı ve o zamanlar Cihangir’de oturuyorduk. Üvey halam rahmetli Ermeni asıllı Margarit’in Dolapdere’deki evinin arka penceresinden ‘Ali Belenli’ adlı yazlık sinemada gösterilen filmleri bedava seyrederdik. Yani beleşçiydik. ‘Ali Belenli’ kapandığında Margarit halama daha az uğrar olmuştuk.

ATİNA SİNEMALARI İSTANBUL’DAKİLER GİBİ DEĞİL

Atina’ya geldiğimde yazlık sinemalardan geçilmiyordu. İlk oturduğumuz Ambelokipi semtinde 5-6 tane vardı.

Televizyonun imparatorluğu mu dersiniz, ailenin artık bir arada olmaması mı dersiniz, bu dişil şehirde bir delikanlının gece vakti yapacağı daha ilginç hatta yararlı etkinlikler olmasından mı dersiniz, hatta insanın tek başına gitmesi aynı zevki vermiyor mu dersiniz; velhasıl buradaki yazlık sinemalara bir türlü ısınamadım.

Atina’nın 1980’li yılların başlarından itibaren beton yığınına dönüştüğü dönemde yazlık sinemalar da tıpkı İstanbul’da olduğu gibi kaybolmaya yüz tuttular.

Yerlerine cansız renksiz apartmanlar dikiliverdi. Ambelokipi’de iki yazlık sinema kalmıştı.

YEMEKLİ VE İÇKİLİ SİNEMALAR

Yunan başkentinin yazlık sinemaları 1913 yılında 12, 1938 yılında 60, 1970’lerde 200’dü, 1980’lerin sonlarında 47 tane kalmıştı.

Sosyalist Pasok iktidarı döneminde (1990’lı yıllar) Çevre Bakanı Kostas Laliotis yazlık sinemaları ‘koruma altındaki eser’ ilan edince, durum değişti. Yeniden değer kazanmaya başladılar.

Biraz nostalji, biraz televizyonun itibar kaybı derken, Atina’da yazlık sinemalar yine vazgeçilmez oldu. Bugün tam 80 tane yazlık sineması var başkentin.

Son teknoloji ürünü cihazlarla donatılmış, genellikle kış sezonunda vizyona girmiş filmlerin gösterildiği yazlık sinemalarda koltuklar eskisi gibi iskemle değil ve son derece rahat.

Üstelik sinemaların büfelerinden alacağınız soğuk biranızı hatta viskinizi, karnınız acıktıysa tostunuzu, hatta meze tabağınızı koyabileceğiniz küçük masalar da var.

İSTANBUL’DA KAÇ TANE KALDI

Reklamını yapmıyoruz ama sözgelimi bir polisiye filmde, tam heyecan dorukta iken ayak ayak üstüne atıp, buz gibi biradan bir yudum çekip bir de sigara tüttürmenin keyfi zevki başka oluyor canım...

Hürriyet’in Atina’daki yeni ofisi şehir merkezinin en ‘in’ semti Kolonaki’de, her gün yüzlerce ünlünün buluştuğu onlarca kafenin sıralandığı meydana 50 adım mesafede.

Ama adımlarım beni bazen meydandan ters yöne sürüklüyor. Büronun hemen karşısındaki birkaç basamaklı sokağın ucunda yazlık sinema var.

Daha bir ay oldu taşınalı, dolayısıyla ağaçların neredeyse örtmek üzere olduğu kapısından içeri girmedim.

İlk fırsatta, ilk fırsatta!

Söz açılmışken, sahi İstanbul’umda kaç yazlık sinema kaldı?

Uzo hakkında ne biliyoruz?

Adı hakkındaki rivayetler çok ve çeşitli.

En yaygın olanı şu: Yanya’da bir Osmanlı subayı, Yunanlı meyhaneci arkadaşı ile birlikte kafayı çekecekleri bir içkinin imalatına koyulurlar. Bilmem kaç başarısız deneyden sonra, Osmanlı subayı kazanın musluğundan gelen damlayı tadar ve yarı Rumca, yarı Türkçe, yarı İtalyanca ‘Bre bu uso di Masiglia’ der. Yaklaşık 140-150 yıl önce Yanya ve çevresinden Marsilya’ya önemli miktarda ipek ihracatı yapılırdı. Bu nedenle de Osmanlı subayı, meyhaneci dostuna ‘icat’ ettikleri bu içki hakkında ‘Bre bu Marsilya’ya satılacak bir şey’ demek istemişti.

İkinci rivayete göre; adı eski Yunancadaki ‘ozo’ fiilinden geliyor. Yani kokluyorum anlamında. Üçüncü rivayet ise, biraz imkansız da olsa ‘u zo’ yani eski Yunanca ile ‘onsuz yaşayamam.’ Akşamcılar için herhalde gerçeğin ta kendisi!

Rakının benzeri uzo, 20. yüzyılın başında bugünkü tadından hayli uzaktı. Bugünkü tadını, biraz Mora Yarımadası’nda satılamayan üzüm ve incirlere, en çok da 1920’lerde İzmir’den ve Anadolu’dan Midilli Adası’na ve kuzey Yunanistan’a yerleşen göçmen Yunanlılara borçlu.

Günümüzde çeşitli tatlarda uzo üretiliyor. Örneğin Yunanistan’ın güneyindeki uzonun tadı şekerli. Eh öyle olunca yanında meze filan istemiyor. Alkolün fazla keskin olmadığı, tatlımsı bir tat bırakıyor damakta. Kuzey Yunanistan’daki uzo ise sert. Yanında bir şeyler atıştırmadan gitmiyor. Bazı Ege adalarında sakızlı uzo (mastika) üretiliyor.

Uzo buralarda ya sek içilir ya da buzlu. Su katılmaz genellikle. Ancak, özellikle yaz aylarında güneyde şekerin, kuzeyde de keskin alkolün biraz hafifletilmesi için su katıldığı görülmüştür.

Ne mi var içinde? Şekerpancarı, üzüm gibi tarımsal ürünlerden elde edilen etil alkol, litre başına 50 gram şeker, su, anason ve yaklaşık 20 kadar aromalı bitki. Tarçın, karanfil gibi. En popüler markalar Uzo 12, Barbayanni, mini etekli genç kadın etiketli Mini ve Suyun Öte Yanından’ın favorisi, kapağı mantarlı olan Plomari. Alkolün derecesi 40-42 arasında değişiyor.

Uzo ne ile içilir sorusuna cevap, denizden ne çıkarsa. Kalamar, ahtapot, karides ıstakoz, tarak midye, istiridye gibi deniz ürünleri; özellikle hamsi, sardalye gibi küçük balıklar uzo’ya refakat eder. Denizin nimetleri yoksa zeytin, biberli kaşar peyniri de olabilir.

Stin igia sas...

Yani sağlınıza, yani şerefe...
Yazarın Tüm Yazıları