Mahmurluk tramvayı

Hadi ULUENGİN
Haberin Devamı

Ama nerede binersem bineyim, bu, hep aynı güzergâhın ve hep aynı saatin ilk tramvayı olurdu. Soğuk ve sisli durakta titrerken üzerimden uyku dökülürdü. Her halde o sıralar, İsviçre kent ulaşımı taşıtlarında biletçinin olmadığı ve dışarıdaki otomatik aparatlara para atılarak biletin alındığı tek ülkeydi

Geçende mahmurluk tramvayına rasladım. Ada vapuru kaçırmış bir Sait Faik hikayesinden çıkıyormuşçasına tezgahtar kızı, kasiyer adamı, trikotajcı işçiyi toplamış Taksim'den Tünel istikametine kalkmaya hazırlanıyor ve erken sabahın erken gaile yolcularını yükleniyordu.

Zahir ara sokaklardaki han girişlerine kıvrılmış tinerci çocuklar henüz uyanmamışlardı ki, nadir durum, arkasına asılı kimse olmadan hareket etti.

Konsolosluğun önünde vize kuyruğu oluşturmaya başlamış simitli kalabalığı geçti ve yumuşak açıdan kayarak Galatasaray'a doğru gözden kayboldu.

Birden, kendi mahmurluk tramvaylarımı düşündüm.

Hayır, hazırlık ve ortaokul sınıflarına giderken İstanbul'daki son güzergaha tekabül eden Selamiçeşme - Kadıköy hattında sekizi beş geçe bindiğim ve halen de İstiklal Caddesi'nde çalışan ‘Siemens’ taşıtları kastetmiyorum.

Benim esas mahmurluk tramvaylarım Türkiye dışındaki şehirlerden kalktı.

Ekmeği aslanın ağzından değil on iki parmak barsağından kaptığım yıllardı ve o kentlerin raylarının üstünde çakan ilk arş kıvılcımlarıyla uyandım.

* * *

BASEL'de, dünyaca ünlü bir kimya fabrikasına taşeronluk yapan bir nakliyat firmasında hamal olarak çalışıyordum. Yani iş bulursam çalışıyordum...

Çünkü hepimiz ‘turist’, yani kaçak muhacirlerdik. Piyasa ekonomisinin arz - talep meselesi, ustabaşı pazı kuvvetimizi ölçerek bugün on kişiye, yarın on beş kişiye ‘sen gel’ diyecek olsa bile ben her sabah en erken saatte orada olmalıydım ki seçilecekler arasına girebilmek ihtimalini koruyayım.

Dolayısıyla, daima mahmurluk tramvayının ilk yolcuları arasındaydım.

İstasyonda sabahlamışsam bu tramvaya gar meydanında; gece polis derdest etmiş olsa bile ilk saatte karakol kapısına bıraktığından yine gar meydanında; rahip himayesindeki düşkünler yurdunda kalmışsam da Ren kıyısında binerdim.

Ama nerede binersem bineyim, bu, hep aynı güzergahın ve hep aynı saatin ilk tramvayı olurdu. Soğuk ve sisli durakta titrerken üzerimden uyku dökülürdü Her halde o sıralar, İsviçre kent ulaşımı taşıtlarında biletçinin olmadığı ve dışarıdaki otomatik aparatlara para atılarak biletin alındığı tek ülkeydi.

Hiç kaçak yolculuk yapmadım. Dürüstlüğümden değil... Farkettim ki kontrolörler vagondaki tüm kapıları tutarak içeri dalıyorlar ve paçayı kurtarmanın imkanı yok... Cezası ise el yakıyor. Bana sınırdışı kesilecek.

İster istemez, benim için düka altını kadar kıymetli olan o çil frangları makinaya paşa paşa bastırır ve tramvaydaki yerime efendi efendi otururdum.

* * *

YERİME otururdum ve dışarıya bakardım.

Saat karga vakti ve üstelik mevsim kış, dışarısı hep karanlık olurdu.

Serin yağmurun, bazen sulu sepken karın ıslattığı buğulu pencerelerden bu sterilize şehrin sokak ve vitrinleri seçilirdi. Kent soğuk ışıkta akardı.

Hüzün basmasın diye burayı çağrıştıran kitap hatırlamaya çalışırdım. Makas Ren rıhtımında değiştiğinde Remarque'den ‘İnsanları Seveceksin’, ray Katedral Meydanı'nda gıcırdadığında Aragon'dan ‘Basel Çanları’ romanlarını düşünürdüm.

Fakat bir yandan o sabah işe alınıp alınmayacağım endişesi, diğer yandan ilk gençlik uykularının kaygısız oburluğu, başımın önüme düştüğü de olurdu.

O zaman, yöre Almancasıyla bir sonraki durağı hoparlörden anons eden vatmanın madeni sesiyle irkilir ve belki ilk kez vagonun içine bakardım.

* * *

İSVİÇRELİLER erken kalkıyor olsa bile ilk tramvay pek tenha olurdu.

Küçük bir oto edinecek kadar sınıf atlamış işçiler, nerede çalıştıklarını kestiremediğim orta yaşlı kadınlar, sefertası taşıyan mütevazi insanlar otururdu. Tramvayın bir eczaneyi andıran düzeninde insana ürperti basardı.

Pek nadiren de Basel'deki iki ya da üç adet sabahçı meyhanenin birisinden çıkan aynı sarhoş adam binerdi. Kendi kendine söylenir ve şarkı mırıldanırdı.

Vatman madeni sesiyle ‘Rheinstrasse’ dediğinde ise o kız binerdi.

* * *

UZUNCA boylu ve esmerdi. İri yeşil gözleri vardı. Ama elleri biçimsizdi.

Vagona girince otomattan almış olduğu bileti makinaya mıhlatır, sonra boş yerlerden birine otururdu. Bu yer çoğu zaman benim ters istikametimde olurdu.

Dolayısıyla kendisini izleyebiliyordum. Zaten, varlığımı denetlermişçesine o da benim tarafıma hızla bir bakar, ardından kitap okurmuş gibi yapardı.

Ellerinin proleter formundan ve sırf fabrikaların uzandığı benden sonraki duraklardan birinde inecek olmasından dolayı işçi olduğunu tahmin ederdim.

Belki bir çikolata kazanında, belki de bir ilaç tezgahında çalışıyordu.

Hiç öğrenemedim... Kızla asla konuşmadım... Vatmanın madeni sesi hamallık yapmaya gittiğim durağı hoparlörden ettiğinde daima aşağı atladım.

Çünkü on dokuz yaşıma, ilkgençlik uykularının oburluğuna ve uzunca boylu kızların gözlerine rağmen çıraklık yılları ekmeğini kazanmam gerekiyordu.

Mahmurluk tramvaylarını iyi biliyorum, orada uykular ve aşklar yitirdim.

Yazarın Tüm Yazıları