Londra kaçamağı

Ben sadece anne değilim.

Aynı zamanda sevgilimin sevgilisiyim.

Ama 9 aydır bunu unutmuş gibiyim, çünkü daha çok Alya’ya konsantreyim.

Ne yalan söyleyeyim, ‘Her gece gak dese bebeğim, uyanırım ben’ demedim. Açıkçası ihtimal vermedim. Ben yapmam zannettim. Ama oldu. Elimden başka türlüsü gelmedi. Kendiliğinden böyle gelişti. Benimki içgüdüsel bir annelikti. Ve içgüdüsel sevgililiğimin önüne geçti.

İnsan 9 ay boyunca her gece 3-4 kere uyanınca, yoruluyor. Öyle yoruluyor ki, önüne gelen en yüksek yerden kendini atacak hale geliyor. Benim gibi aşk oyunlarını seven biri bile olsa, iç gıcıklayıcı iç çamaşırlar giymeyi ihmal ediyor. İnat edip giyse bile, onlar üzerindeyken uyuya kalıyor...

***

Ama benim elimden ne kurtuldu bugüne kadar?

Sevgilimle kaçırdığımız zamanları telafi etmeye karar verdim. Doğum gününü fırsat bildim, bavulumda bütün seksi iç çamaşırlarım, onunla bir kaçamak yapmak üzere Londra’ya gittim.

İngiltere’ye girişte, ‘Bunlar de ne?’ diye sorsalar, süt pompasına sarılı duran, renk renk jartiyeri izah etmekte zorlanabilirdim. Neyse ki, kimse sormadı.

Bir tek pasaporttaki iri yarı adam, ‘O elinizdeki bir fotoğraf albüm mü?’ dedi. ‘Evet’ dedim, ‘9 aylık kızımın babasına doğum günü hediyesi. Sadece ikisinin fotoğraflarından oluşuyor.’ Islık çaldı sayfaları çevirirken, ‘Siyah beyaz ha! 1950’lerin albümlerine benziyor. Fotoğrafların baskıları da özel...’

Benim sevgilim de özel!

***

Aman Allah’ım!

Ne kadar özlemişiz yalnız kalmayı.

Sadece ikimiz, bir başımıza olmayı.

İçinde süt, biberon, emzirmek, kaka, bez gibi kelimelerin geçmediği sohbetler yapmayı.

Sürekli eleleyiz.

Biz geçen yaz tanışmış gibiyiz!

Her köşe başında öpüşüyoruz, Londra’nın altını üstüne getiriyoruz.

İlk 24 saatin bilançosu:

1. Müzikal: Mary Poppins. Denk düşerse izleyin. Hatta ‘Ölmeden önce görülecekler listeniz’e ekleyin. Tek kelimeyle şahane.

2. İki fotoğraf sergisi: Diane Arbis ve Araki’in sergileri. 71’de ölen Amerikalı Arbis, fotoğraf sanatının en büyük isimlerinden biri. İnsanın aklını başından alan siyah beyaz fotoğrafları var. Bazı fotoğrafları 300 bin dolara satılıyor. Araki ise hali hazırda hayatta olan Japon bir arkadaşımız. Kadınların kalplerini bağlayamadığı için, çıplak bedenlerine ipler bağlayarak fotoğraflarını çektiğini söylüyor. Polaroid’le numaralar yapıyor. Çiçekleri ve yemekleri seksüel çağrışımlı görüntülüyor. İnsan onun fotoğraflarına bakarken küçük çığlıklar atıyor.

3. Jim Jarmush’un son filmi: Broken Flowers. ‘Entelektüel yönetmenler, nasıl anlaşılmaz filmler yaparlar’ tartışması açısından ibret vericiydi. Konusu ilginç ama beni açmadı.

Olsun, Londra cıvıl cıvıldı. Soho’daki bütün pub’lar tıklım tıklımdı. Hava güzel ama serindi. Gerçi İngiliz kızları, o benim kazak ve mont giydiğim havada cıbıl cıbıl sokaklarda dolaşıyordu. Benim aklım ermiyor ama onlar üşümüyor!

Meğer, ‘Şşşşştttt... Uyandı... Uyanacak... Sessiz olalım’ demeden öpüşüp koklaşmak ne güzelmiş. Gülüyoruz, gülüyoruz ve sarılıyoruz. Ve uyuyoruz. Bu kadar zamandan sonra kesintisiz uyumak... Büyük lüks! Dünyayı tek elimle kaldıracak kadar iyi ve güçlü hissediyorum şimdi kendimi. Mutluğum ve neşem gözlerimden okunuyor...

***

Desem de...

Siz inanmayın. Çünkü aynı gözlerde keder de var. Nasıl anlatsam? En iyisi hiç süslemeden, doğrudan anlatmak. Kızımı bırakıp gittim ya, vicdan azabından ölüyorum. Tarifi olmayan bir suçluluk duyuyorum. Böyle bir şeyi nasıl yaptım? Kendimde bu hakkı nasıl buldum? O el kadar bir çocuk... Bana ihtiyacı var. Her köşede çaktırmadan ağlıyorum.

Ve şu sorunun cevabını kesinlikle veremiyorum: Hem sevgilimle baş başa olduğum için bu kadar mutlu hem de kızımdan ayrı olduğum için nasıl bu kadar mutsuz olabilirim?

Takriben 38 bin tane mesaj attım İstanbul’a:

‘N’apıyor benim kızım? Ne pişirdiniz? Öğlen ne yiyor? Dün gece kaç kere uyandı? Üzerine ne giydirdiniz? Parka gidecek misiniz? Telefonu kulağına götürür müsünüz, onunla konuşmak istiyorum....’

‘Aşkııııııım...’

Sevgilim o esnada ‘Efendim?’ diyor.

‘Yok hayır sana demiyorum!’

Telefonu kapattıktan sonra gözlerim dolu dolu, önüme bakıyorum. Beni sadece Mothercare ve Baby Gap’ler kesiyor. Küçük pembe pijamalar mı görüyorum? Gözlerim yine doluyor. Annesine sarılmış bir çocuk? Bu sefer katıla katıla ağlamaya başlıyorum. ‘Kızımın bana ihtiyacı var!’ Hemen İstanbul’u arıyorum. ‘Yooo, gayet iyi’ diyorlar, biraz bozuluyorum.

Gece uyanıyorum, sevgilim ‘Hayrola’ diyor, aklını kaçırmış bir medyum gibi tavana bakıyorum, ‘Uyandı, evet kızım uyandı, şimdi ağlamaya başladı, hissediyorum.’

‘Annelik, eşittir sapıklık’ demişti bir okurum.

Haklıymış.

***

Bu yazıyı nasıl bitirmeliyim diye düşündüm.

Ve şükretmek istedim. Pek çok duyguyu bir arada yaşayabildiğim için. Aynı anda hem ağlayıp hem güldüğüm için. Hem anne hem sevgili olmak için kendimi paraladığım için. Doğru ya, aynı anda gazeteciyim ben. Hadi o zaman röportaja...

Bir İbrahim Tatlıses röportajı şimdi iyi gider!
Yazarın Tüm Yazıları