Lanetli telefon faturası

Kanat ATKAYA
Haberin Devamı

EVİN telefon faturasıyla üç gün kadar kesiştikten sonra, aramızda manevi bir bağ doğmadan ayrılmak gerektiğine karar verdim. Faturanın alt kısmında ödeme yapabileceğiniz bankalar filan sıralanmış.

Listeyi şöyle bir inceledikten sonra, banka kapatılma hikayesinin biraz abartıldığını düşündüm. Amma çok banka varmış memlekette yahu.

Çoğunun adını duymamışım ama o ayrı bir konu. ‘‘Üç yıldır filan ev telefonu kullanmadığımdan olaya bayağı yabancılaşmışım herhalde’’ deyip vurdum kendimi yollara.

***

Listede adı geçen bankaların biri hariç hepsi ‘‘Hatlarımızda arıza var, alamıyoruz’’ diyor. Ne hattıdır o, bilmiyorum zaten. Sadece bir tanesi (Garanti) yaratıcı ve aynı zamanda yaralayıcı şu cevabı verdi:

‘‘Faturanız ne kadar?’’

‘‘15 milyon gibi bir şey.’’

‘‘Maalesef 50 milyon liranın altındakileri almıyoruz.’’

Ne diyeceğimi şaşırdım. Yani telefonla az konuştuğum için utanmam mı gerekiyordu, ‘‘Bilseyim biraz daha konuşurdum’’ mu demeliyim, bilemedim.

Sonunda klasik yönteme sadık kalmak gerektiğine karar verip Galatasaray Postanesi'ne gittim.

Böyle bir kuyruğu en son 1980'den önce görmüştüm. O da yağ kuyruğu veya tüp kuyruğu gibi bir şeydi.

Tam ortamdan uzaklaşmak için kapıya doğru ilerlerken biri seslendi. Döndüm baktım, çok sevdiğim bir arkadaşım.

‘‘Faturanı bırak ve uza. Sen kendini kurtar. Ben kalıp savaşacağım’’ dedi.

Çok ayıp bir şey de olsa, kuyruğun arkasındakilere bakmamaya çalışarak faturamı ona uzattım ve kendimi dışarı attım.

Yani bir fatura yatırma işi bu kadar mı yıpratıcı olabilir. Ruhum rendelendi resmen.

159 yıllık Mors dişi

İstiklal Caddesi'nin kalabalığına girmemek için, direkt Galatasaray Lisesi'nin yanından girip, arka sokaklardan yürümeye başladım.

Aklıma Viktor Levi'nin duvarındaki levha takılmış, bir yandan da onu söyleyip duruyorum: ‘‘Hayatın dertleri zehir- Viktor Levi panzehir!’’

Böyle karışık bir ruh haliyle Hasnun Galip Sokak'a ulaştığımda; tek hedefim Simurg'da kedilerin son durumuna bakmak, biraz kitap karıştırmak, Mehmet'le çay içmek, kısacası sakin birkaç saat geçirmekti.

Plan belli: Önce yeni kitapların bulunduğu taraftan girip, İbrahim Bey'e bağlılıklarımı bildireceğim. Bu sıralamayı hiçbir zaman açıklayamadım ama bir kez daha -sırasıyla- çizgi romanlara, sözlüklere, dergilere ve tarih kitaplarına bakıp, arkadaki bağlantı bölgesinden Mehmet'in yanına gideceğim.

Fakat kapıya geldiğimde içeride anormal bir durum olduğunu fark ettim. Yine televizyoncular gelmiş. Bu kez Orhan Duru'yu da yakalamışlar.

Son zamanlarda bu iş müdavimler açısından hem komik hem de sıkıcı bir hal almaya başladı. Kamerayı, mikrofonu kapan Simurg'da alıyor nefesi.

Bu kültür sanat haberi yapan muhabirleri şefleri, müdürleri biraz sıkıştırsın. Başka konu mu kalmadı yahu! Huzur bırakmadılar tek sığınağımızda.

Tabii hemencecik B Planı'nı devreye soktum ve direkt öteki kapıya yöneldim.

Mehmet'in tarafı ana-baba günü gibi haliyle. Kitap aleminin tüm aksi ihtiyarları, yerinden yurdundan edilmiş kediler gibi huzursuz bir şekilde televizyoncuların işlerini bitirmelerini bekliyor.

Sandalye olmadığı için ben de merdivene tüneyiverdim. Böyle ortamlara adım attıktan sonra bir yarım saat filan dikkati üstüne çekmemeye çalışacaksın. Ben de öyle yaptım.

Elimin eriştiği yerden bir tane Fantoma çektim ona bakıyorum.

İşte tam o anda ancak bir Woody Allen filminde olabilecek bir şey gerçekleşti. Bir adam elinde 159 yıllık bir mors dişiyle içeri girdi.

160 yıllık olduğunu üstündeki gravürden anlıyoruz. Kocaman bir diş. Üstünde mors resmi, yakanladığı tarih, yakalan gemi falan filan bir sürü çizgi var.

Hepimiz sırayla bu inanılması güç şeyi inceliyoruz. Kimsenin daha önce mors ile ilgili bir anısı olmadığında, ne diyeceğimizi de bilemiyoruz.

159 yıl önce dünyanın bir ucunda, bir mors öldürülmüş, dişi kesilmiş ve o diş gelip Hasnun Galip Sokak'ta bizi bulmuş. Böylece faturayı filan unuttum tabii ki.

Hayat hakikaten tuhaf.

Yazarın Tüm Yazıları