Köyden indim şehire

"ŞEHİR" demek içimden gelmiyor. "Kasaba" demek de... 1960’larda, 70’lerde kasabaydı. Fransız arkadaşlar "Village" (Köy) derlerdi.

Kasaba 70’lerin ortasından sonra insan dokusu olarak, yerleşim anlayışı olarak bir yığışıma (conglomerat) dönüşmeye başlayınca, 1977 yılında elektriksiz, susuz, bir tek oteli ve aşevi olan bir köye sığınmıştık.

1977’den sonra, yurtdışında olduğumuz yazlar dışında hep köylerde yaşadık. Köylerde yaşama 15 günden bir aya, bir aydan iki aya, iki aydan ay ay arta arta altı aya dayandı.

Eşek anırtıları, inek böğürtüleri, horoz ve tavuk sesleri arasında köyümde yaşıyorum. Hemen hemen hiç "şehir"e gitmiyorum. Köyün çevresinde bir yığın bankamatik var. Bankaya gitmemiz gerekmiyor. Arabayı altı ay köyde kullanıyorum. İstanbul’da arabasızım. Nazar değmesin, pek arıza yapmıyor.

Sabah ezanıyla birlikte uyanıyorum. Bir iki saat edebiyat çalışıyorum. Sonra gazete yazımı yazıyorum. Bunlar bitince, bahçeye çıkıyorum. Birkaç saniye içinde Cilveli Kinte, üç aylık kara kedim ayaklarıma dolanmaya başlıyor. Ona biraz katı mama veriyorum. Sonra sırasıyla domates, yoğurt, olgun kayısı. Derken gecelerin Kunta’sı geliyor. İki yaşını yeni tamamlayan kara firavun kedisi. Cilveli Kinte’nin babası.

* * *

Geçen hafta "şehir"e gitmemiz gerekti. Yakın arkadaşlarımızın 40. evlenme yıldönümüydü. Kızı ile damadı akşam yemeğine çağırmıştı bizi. Gitmemek olmazdı. "Şehre" gitmekten tedirgin olmama karşın gitmemek olamazdı. "Şehir"in şehirlilerini sevmiyordum, sevmiyorduk. Ne konuşmalarını, ne yemek ve yeme tarzlarını, ne davranışlarını... "Şehir" ile köyler arasındaki bütün yol kıyılarına pet şişeler, bira şişeleri, kola ve pepsi kutuları, plastik torbalar atıyorlardı. Rüzgárlı havalarda torbalar ve gazeteler havada uçuşuyordu. Sürücüler canlarının istediği yerde duruyorlardı. Motosikletler ise iki tekerli tabutlara dönüşmüştü.

Ama başka çareye yoktu. O gece yemeğine gidilecekti.

* * *

Bir zamanlar çalılık olan yamaçlar, taşlı tarla düzlükleri evlerle dolmuştu. Pahalı arabalar, kadınların sürdüğü cipler vızır vızır gelip geçiyordu. Ünlü bir otelden sonra sola dönmem gerekiyordu. Oteli biraz geçtiğim için arabayı durdurdum. Arkadan dat dat korna sesi. Geriye dönüp işaret parmağımı havaya kaldırarak "Bir dakika!" demek istedim. Araba hızla yanımıza geldi. Sürücü el kol sallıyordu. Ben de "Ne oluyor birader, bir dakkacık sabırlı ol!" diye geçirdim içimden. Adam kudurdu! Yanındaki zorla zaptediyordu. Ben hálá "Bir dakika!" işareti yapıyordum. Adam, sol eliyle sağ bileğini tuttu. Sağ elini yumruk yapıp sallamaya başladı. Sonra gaza basıp gitti. Ben kalakaldım! Ama birden anladım: Adam benim bir dakika işaretimi Amerikan usulü müstehcen hareket sanmıştı. O yüzden celalleniyordu. Türklerin bu işareti orta parmakla yaptığını bilmiyordu. Dilerim bu yazıyı okur "Amerikan çocuğu". Ama okurum olmasını da istemem.

Bu yazıya başlarken, o gece tanıştığımız "halk" kökenli çok zarif insanları anlatacaktım. Malumların laikçi (!) dedikleri, halktan kopuk (!) dedikleri insanlardı bunlar. Aralarından biri İncirliova köylerinden birinde doğmuş, Aydın Lisesi’ne yaya gidip gelmişti. Her gün 7-8 kilometre yol. İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bitirmişti. Galiba eli biraz para görmüştü. Yoksul öğrencilere üniversite bursu veriyordu. Halkı tanımadığı (!), cumhuru sevmediği için (!) de öteki konuklar gibi AKP’ye oy vermeyecekti!
Yazarın Tüm Yazıları