Amerikan rüyasının püskürtülmüş kalıntıları

Güncelleme Tarihi:

Amerikan rüyasının püskürtülmüş kalıntıları
Oluşturulma Tarihi: Mart 23, 2017 12:20

Richard Yates’in Türkçeye ilk kez çevrilen romanı ‘Bağımsızlık Yolu’ banliyö hayatı içinde çürüyen parlak, yetenekli ve çekici bir çiftin hüzünlü hikâyesi. Aynı zamanda güven ve maddi gelir hayallerine kapılmış 50’li yılların Amerikan orta sınıflarının da hikâyesi...

Haberin Devamı

20. yüzyıl Amerikan edebiyatının ve gerçekçi kurmacanın en önemli yapıtları arasında gösterilen ‘Bağımsızlık Yolu’, banliyö kasabalarındaki hayatın tüketiciliğini evli bir çift üzerinden anlatıyor. ‘Bağımsızlık Yolu’ 1961 yılında yayımlanmasına rağmen bugüne kadar Türkçeye çevrilmemişti. Dolayısıyla yazarı Richard Yates okuyucular tarafından tanınmıyor.

Yates 1926 yılında Yonkers, New York’ta doğmuştu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikan ordusunda görev yaptı. Daha sonra bir süre gazetecilik yaptı, ‘Bağımsızlık Yolu’ romanında Knox Ofis Makineleri ismini verdiği Remington Rand Şirketi’nde metin yazarı olarak çalıştı, kısa bir süreliğine Senatör Robert Kennedy’nin konuşmalarını yazdı. Bir yandan da öyküleri ve ilk romanı ‘Revolutionary Road’ (Bağımsızlık Yolu) üzerinde çalışıyordu. Öyküleri için zorlukla yayımcı buldu. Ancak ‘Bağımsızlık Yolu’ ona arzuladığı başarıyı getirecekti. Eleştirmenlerin beğenisini kazanan, The New York Times tarafından “İyi kurgulanmış, dikkat çekici ve rahatsız edici” bir kitap olarak nitelenen roman ‘Catch-22’ ve ‘The Moviegoer’ ile birlikte 1962 yılında Ulusal Kitap Ödülü finalisti oldu. 2005 yılında Time tarafından ‘1923-2005 yılları arasında yazılan en iyi İngilizce romanlar’ arasında gösterilen ‘Bağımsızlık Yolu’ 2008 yılında sinemaya da aktarılmıştı. Richard Yates 1992 yılındaki ölümüne kadar yazmayı sürdürdü. Ne var ki diğer romanları ve öyküleri ‘Bağımsızlık Yolu’nun gölgesinde kalmaktan kurtulamadı.

Haberin Devamı

İkiyüzlülük...

“Yıl 1955’ti, yer Connecticut’ın batı yakasıydı. Üç köy irisi, On İkinci Otoban denen geniş ve gürültülü bir anayolla birleştirilmişti.” Yeni ve sevimsiz blokların inşa edildiği bu bölgede geleneksel, bahçe içindeki küçük bir kır evinde yaşayan Wheeler’lar eğitimleri ve yaşam tarzları ile kendilerini komşularından farklı -değerli- görüyorlar. Uyuşmuş, yozlaşmış bir kültürün içinde yaşayan komşuları özelinde Amerikan toplumunun gidişatına dair olumsuz yargılar içindeler: “İşte yozlaşma bu. (...) Elimizdeki bütün kartları açalım bakalım, hâlâ daha Ortaçağ’da olduğumuzu göreceğiz. Sanki herkes toplu bir kandırmaca içinde yaşamaya ant içmiş. Gerçeğin canı cehenneme! Küçük, kıvrıla kıvrıla giden yollarla ulaşılan, beyaza, pembeye, bebek mavisine boyalı küçük şeker evlerimiz olsun; güzel güzel tüketelim, beraberlik duygusu içinde yaşayalım, çocuklarımızı bir duygu seli içinde büyütelim –Baba muhteşem bir adam çünkü evi geçindiriyor, Anne muhteşem bir kadın çünkü yıllardır Baba’ya sadık–, eğer gerçek başını saklandığı yerden çıkarıp da böö diyecek olursa hepimiz kendi işimize gücümüze bakıp sanki böyle bir şey hiç olmamış gibi davranalım. (...) Bu ülkenin tamamı aşırı duygusallıktan çürümüş (...) Yıllardır bir hastalık gibi yayılıyor bu, nesillerdir; artık dokunduğun her şey vıcık vıcık bir duygusallığa batmış durumda (...) Her fikrin, her duygunun böyle ısrarla yüzeyselleştirilmesi ve bir tür önceden hazmedilmiş bebek mamasına çevrilmesi; bu iyimserlik, her şeye gülüp geçme, her şeyin kolayına kaçma...”

Haberin Devamı

Frank Wheeler’in Columbia Üniversitesi’ndeki parlak öğrencilik yıllarından kalma bu düşünceler belki doğru tespitler ama Frank’in yüzleşmekten kaçındığı gerçek, işi, evlilikleri ve hayat tarzlarıyla artık kendilerinin de o toplumun bir parçası olmaları. Aslında bunun en çarpıcı göstergesi Frank’in bir zamanlar babasının çalıştığı Knox Ofis Makineleri için çalışması. Frank, yaptığı işi alaya alarak, umursamadığını ve gerçek hayatının başka yerlerde olduğunu söyleyerek kurtardığını düşünüyor kendisini. Oysa işini, terfisini, kazancını herkes kadar önemsiyor. Nitekim birlikte kurdukları gençlik hayallerini artık hayata geçirmenin zamanının geldiğini düşünen April, Fransa’ya taşınmalarını önerdiğinde konformizme boğazına kadar battığını, ağzından çıkanlarla maddi gerçekliği arasındaki uçurumu fark edecektir. Diğerlerinden farksız biri olduğunu fark ettirmemek adına April’in teklifini kabul eder. Paris’e gitme hayalleri bir süreliğine de olsa çiftin hayatında olumlu etkiler yaratır. Gelgelelim “hayallerle gerçekler arasındaki mesafeyi aşmanın o kadar kolay olmadığı anlaşılacak, April’in hapsolduğu hayattan kurtulma çabaları yavaşça trajediye doğru evrilecektir”...

Haberin Devamı

Erkeklik halleri

‘Bağımsızlık Yolu’ banliyö hayatı içinde çürüyen parlak, yetenekli ve çekici bir çiftin -Frank ve April Wheeler’in- hüzünlü hikâyesi. Ama bu aynı zamanda güven, huzur ve maddi gelir hayallerine kapılmış 1950’li yılların Amerikan orta sınıflarının da hikâyesi. Bu açıdan baktığımızda bütün eserlerinde ‘insanın düşüşünü’ araştıran ‘Banliyölerin Çehov’u’ olarak adlandırılan John Cheever’in etkilerini bulmak mümkün.
Cinsiyetçiliğe, erkek egemen kültüre, orta sınıf konformizmine, yalnızlığa dair pek çok tema barındıran bir roman üzerine kaleme alınan bir yazıda hangisini öne çıkaracağınıza karar vermek güç. İyisi mi yazarın kendisinden kopya çekelim; Boston Review’un Ekim 1999 sayısında Richard Yates merkezi temasını şöyle açıklamış: “Çalışmam bir tema içeriyorsa, bunun basit bir şey olduğundan şüpheleniyorum: İnsanların çoğu kaçınılmaz olarak yalnızdır ve trajedisi burada yatmaktadır. Wheelers’ın hayal kırıklıkları ve daha iyi bir şeye duydukları özlem, Amerikan rüyasının püskürtülmüş kalıntılarını temsil eder.”

Haberin Devamı

Frank Wheeler tipini kendi deneyimlerinden hareketle yaratmış Yates. 1951’de Paris’e gitmiş ve ilk öykülerini orada yazmış. 1953’te ABD’ye döndüğünde -romanının yazımını finanse edebilmek düşüncesiyle- bir ofis makineleri firmasında işe girmiş. Evlenmiş, karısı ve kızı ile Connecticut’ta küçük bir kasabaya yerleşmişler. Kısacası Yates’in ‘Bağımsızlık Yolu’ndaki sağlam malzemesinin arkasında, banliyö ve ofis yaşantısının boğuculuğu ve bir hayal dünyası olarak Paris günleri yatıyor. Frank Wheeler tipini yaratırken kendisine karşı kötü şaka yapmış ve belki de bu şaka ile ruhunu kurtarmış. Bu noktada Frank’in 2000’li yıllardan sonra Türkçe romanlarda yaygınlaşan paylaşımcı, duyarlı, kırılgan, entelektüel erkek tipleriyle benzerliğine dikkat çekmek istiyorum. Frank bu erkek tipinin tersyüz edilmiş, gerçek yüzü -yani ikiyüzlülüğü- ortaya konmuş hali. Yates, sahte bir gerçekçi anlatı kurmak yerine, gerçeğin hem dış hem iç görüntüsünü karakteristik durum ve diyaloglarla sergiliyor.

Haberin Devamı

Banliyö insanlarını, ilişkilerini, bastırılmış arzuları, burada sürdürülen hayatın döngüselliğini de işleyen hikâyenin etkisini artıran önemli bir neden, bir trajediyi anlatmasına rağmen hikâyeye duyarlılığın süzülmesine izin verilmemesi. Duyarlılığa karşı bu direnç, özgün bir duygusallık tarzı oluyor. ‘Bağımsızlık Yolu’, Flaubert’in ‘Madam Bovary’sinin parlak bir yeniden yazımı...

 

BAĞIMSIZLIK YOLU                  

Amerikan rüyasının püskürtülmüş kalıntıları

Richard Yates
Çev.: Esra Birkan
Yapı Kredi Yayınları, 2017
272 sayfa, 21 TL.

 

BAKMADAN GEÇME!