Kendim ettim...

Serdar TURGUT
Haberin Devamı

Genel Yayın Yönetmenimiz Ertuğrul Özkök'ün -ki kendisi aynı zamanda son yüzyılın en seksi erkekler listesinde on birinci sırada, hem de Antonio Banderas'tan bile daha ön sırada yer alan insandır- dünkü yazısı enteresandı.

Bu yazıyı dikkatle okursanız benim neden genel yayın yönetmeni olamadığımı ve de katiyen olamayacağımı rahatça anlayabilirsiniz.

Yazı, kendisinin o anda bulunduğu Antalya'yı anlatarak başlıyor ve şöyle devam ediyor:

‘‘İtalya'da eğitim görmüş bir Türk aşçısının yaptığı grida carpaccio yiyoruz.

Antalya balığı ile İtalyan mutfağı bu kadar yan yana getirilebilir.

Böylesine güzel bir ortamda hayata dair çok daha güzel şeyler konuşmak varken, Başbakan Yılmaz'la yine de Türk siyasetini konuşuyoruz.

Hepimizin alın yazısı. Güzel mi yoksa kötü mü? Ben karar veremedim.

Herkes kendi kararını versin.’’

***

Hemen sorusuna cevap vereyim. Bu alın yazısı tabii ki kötü.

Mesut Yılmaz ile karşılıklı siyaset sohbeti yapmak zorunda kalınan yer Antalya'da deniz kenarı değil de İkitelli Sanayi Çarşısı da olsa fark etmez.

Bu alın yazısı baştan kaybetmiş durumda.

Ancak meselenin bir de başka boyutu var.

Ben bunun alın yazısı filan olduğu kanaatinde değilim.

Tabii ki bunu açıklayacağım ve açıklarken de benim neden katiyen genel yayın yönetmeni olamayacağımı da anlayacaksınız.

Ama ondan önce başka bir mesaj vermek istiyorum genel yayın yönetmenine:

Hiç üzülmeyin.

Ta Antalya'lara gidip Mesut Yılmaz ile sofrada karşı karşıya oturma kararı verilince yapılacak en iyi iş yine de siyaset konuşmaktır.

Olmayacak iş onunla hayata dair bir şeyler konuşmaya çalışmaktır.

Demek istediğim, yemeğe onunla gitme kararı baştan yanlıştır, bir kere gidilince de başa gelen çekilir deyip şansa küsmek gerekiyor.

***

Şimdi gelelim asıl konuya.

Benim hayatta katiyen genel yayın yönetmeni olamayacağım 1987 yılında belli oldu.

Başbakan Turgut Özal'ın New York gezisini izlemem için beni gönderdiler. Turgut Özal otele yerleşti. Biz de nöbete başladık lobide. Her gazeteci son derece sakin oturup bekliyor.

Benim ise gözüm sokakta.

Ufuk Güldemir'in ilerde yükseleceğinin işaretini de o lobide aldım.

Adam bir saniye kalkmadan ve hatta tuvalete gitmeye bile gerek duymadan gözünü asansöre dikti, heykel gibi bekledi orada.

***

Ben bir durdum, iki durdum.

Olacak gibi değil, afaganlar basmaya başladı.

Ve o anda olmaması gereken şey oldu. Caddenin karşısında Japon Udon çorbası yapan restoranı gördüm.

O anda otel tamamen havaya uçsa da ilgimi habere tamamen kaybettim.

Ufuk Güldemir'e ‘‘Haydi görüşürüz’’ dedim. Dikkatini dağıtmamak için bana cevap vermedi.

Ben de çıktım otelden ve doğruca Japon lokantasına daldım.

***

Amacım küçük bir çorba içip otele geri dönmekti.

Part time da olsa bende de sorumluluk duygusu arada bir ortaya çıkıyor yani.

Ne var ki yanlış çorbadan sipariş etmişim. Kâseyi masaya getirdiler. Boyum biraz daha kısa olsaydı rahatlıkla içine dalıp, uzunca süre yüzebileceğim kadar büyüktü kâse.

Çorba öyle sıcaktı ki içilecek hale gelmesi için üzerine yangın söndürme aletiyle köpük sıkmak ve bir süre de o halde derin dondurucuda bekletmek gerekiyordu.

Ben çorba içerken ses çıkarmaktan utanırım, çünkü ben zavallı bir küçük burjuvayım.

Ve bu çorbayı da kısa sürede ses çıkarmadan yemek mümkün değil. Bunu yapabilecek insan daha anasından doğmadı.

Ses çıkaran Japonlar'ın 15 dakikada bitirdiği çorbayı ben 45 dakikada filan içtim.

***

Dışarı çıkıp, otele doğru baktığımda tuhaf bir tenhalık duygusuna kapıldım.

Başbakan Özal'ın ve yakındakilerin arabaları orada yoktu.

Hafif bir panik duygusu yaşadım.

Otel lobisine girdim. Başbakan'ın olmadığı yerde Ufuk Güldemir'i aramak gibi sonradan son derece saçma olduğunu anladığım umutsuz işe giriştim. O ve tabii ki diğer gazeteciler yoktu etrafta. Hatta Başbakan Özal'ın oda servisini yapan garsonlar bile dinlenmek için eve gitmişlerdi.

Orada sadece ben vardım ve otel pesoneli benim neden hâlâ orada durduğumu anlıyamıyorlardı.

Lobide De Ja Vu yaşadım birdenbire. Ben eskiden de haberde izlemeye gittiğim insanları zaman zaman kaybetmiştim.

Bunu kimse bilmiyordu, çünkü o kaybettiğim insanlar önemsizdi ve haklarında haber yazılmasa da kimsenin ruhu duymuyordu.

Ama bu başbakandı ve üstelik de Turgut Özal'dı ve onun haber olmayacak iş yapması da hemen hemen imkânsızdı.

Onu tam tamına 24 saat boyunca kaybettim.

Orada benim yerimde Ertuğrul Özkök olsaydı katiyen Udon çorbası içmeye gitmezdi.

İşte bu nedenle bugün o genel yayın yönetmeni, ben ise bordro mahkûmuyum.













Yazarın Tüm Yazıları