Uç noktada kırılmayan nesneler

Güncelleme Tarihi:

Uç noktada kırılmayan nesneler
Oluşturulma Tarihi: Mart 17, 2013 00:00

Ali Emir Tapan, Haluk Akakçe’nin küratörlüğünde açılan ‘Kusursuz Gün’ adlı kişisel sergisiyle Galerist’te. 23 Mart’a kadar devam edecek sergide sanatçı, pek çok farklı malzeme üzerinden ‘kusursuzluk anı’ fikrini sorgulamaya açıyor.

Haberin Devamı

Serginin ismiyle başlayalım dilerseniz. Lou Reed’in ‘Perfect Day’ şarkısından esinlenmişsiniz. Bu tüm üretim sürecini etkileyen bir esin miydi, yoksa son aşamada mı devreye girdi?
- Serginin ismini ben bir nevi keşfettim. Kusursuzluk anı, takıntılı olduğum bir fikirdi. ‘Nedir bu kusursuzluk anı’nı irdelerdim aklımda. Kaybolmadan önceki bir tepe anı olarak tahayyül ediyorum. Ama bu, kusursuzluğa dair tanımım gibi anlaşılmasın. Sadece işlerimde böylesi bir kusursuzluk tanımının üstünden gittim. Serginin adıysa sergideki bir iş gibi düşünülmeli, onun anlamını bütünlüyor ama tüm seçkinin anlamına işaret eden bir metafor değil.
Bahsettiğiniz kusursuzluk tanımını biraz daha somutlaştırsak...
- Dostoyevski’nin epilepsi hakkında yazıları vardır. Bunlardan birinde epilepsi nöbeti için “Kusursuz bir aydınlanma ve Tanrı’yla bütünleşme anı ve sonrasında gelen acı” der. Bu, bahsettiğim kusursuzluk tanımını somutladığı gibi benim güzelliğe dair fikrimi de ifade etmekte kullanabileceğim bir tanım. Nesnelerin zararın en uç noktasına gelip de kırılmadıkları o anın en güzel halleri olduğunu düşünüyorum. Bu hem objeler hem insanlar için geçerli. Buna paralel olarak tüm üretim süreçlerim son raddede agresif. Ben süreçsel değil sonuçsal bir üretim yapıyorum, yani sürece değil son objeye bakıyorum ve süreçlerin yapısı o son objeye göre bir tezat oluşturuyor. Tüfekle ateş etmeyi de kapsayan bu son derece agresif süreçlerin sonucunda ortaya çıkan zarif formların peşindeyim. Bu türlü bir sanatı somutlamak için bale sanatı iyi bir analoji oluşturabilir.
Üretimsel süreç ve son ürün arasındaki zıtlığı somutlamak anlamında mı bir analoji oluşturur bale?
- Evet. Bale sanatçısı tanıdıklarınız olduysa işin iç yüzünü bilirsiniz. O korkunç çalışmalar, o acı ve yorgunluk, ayaklarının aldığı biçim ve sonuçta izlediğimiz zarafet hali arasındaki zıtlığı düşünün. Tüm o acı ve yorgunluk, bu hakikatin etrafına sarmalanan ve onu yenen yapay bir an için. İlk sergilenen cam heykellerimin isimleri vardı. ‘Azizler’ adını vermiştim o seriye, bu sergidekilerse ‘Transparents’ serisinden ama her birinin ayrı adı yok. O ilk serinin içinde bir heykelin adı ‘Aziz Maya’ydı, balerin Maya Plisetskaya’dan alıyordu ismini. ‘The Dying Swan’ dansında kuğunun ölmeden önce yaptığı son figürün heykeliydi. O heykelin metamorfoza uğramış bir versiyonu var bu sergimde de.
O zaman ‘agresif’ üretim süreçlerinizden bahsetmeye cam heykellerinizden başlayalım.
- Bunların hepsi hareketle üretilen sıvı süreçlerin sonucu. Bir çizimden yola çıkarak yapmadım, ateş altında belli fiziki hareketlerle şekil almalarını sağladım. Cam kendi ağırlığıyla hareket ederek form buluyor, bir nevi sıcak cam çalışması. Fırından bir ateş topu şeklinde aldığım cam hamurunu üfleme cam tekniği dahilinde kendime özel bir yöntemle işliyorum. Bazıları da süreçte kırılıyor elbette. Bir sıcak cam fırınında çalışıyorum. Orada ustalar bir yandan bardak çanak yapıyorlar ben de bir köşede işimi yapıyorum.
Ateşli silahların devreye girdiği işler hangileri?
- ‘Wake Up In A Different Dream’ diye adlandırdığım alüminyum paneller. Bunların üretiminde panelleri arka arkaya dizip en öne dore ya da lame sprey boya şişesini yerleştirdim ve saçmalı tüfekle gazlı şişeye ateş ederek boyayı panellere sıçrattım. Seçkide yer alan desen çalışmalarımda da aynı üst üste koyma yöntemini kullandım.
Oldukça riskli bir serüven olmuş.
- Sanat güvenli olmak zorunda değil ki. ‘Map’ serisini oluşturan aynalar için de asitle çalışıyorum mesela. Asit yardımıyla sırı sıyırıyorum. Sağlığıma olumsuz etkileri oldu bu üretimin. Tabii risk altında olan benim, etrafım değil. Panellerin üretiminde ateş atmak için ıssız ve açık bir alan kullandım. Trakya’da bir köye gittim. Hepsi bambaşka mekânlarda üretildi bu işlerin.
Peki ya ‘Specimen’ serisini oluşturan araba fotoğrafları? Nerede buldunuz bu harap araçları?
- İkitelli Otosanayi’de bir araba mezarlığında buldum. Çok hayran oldum görünce, eğer koyabilecek yerim olsaydı bir tanesini alırdım bile. Bunların hepsi kaza geçirmiş ve hurdaya çıkmış araçlar. Sanki bir et pazarındaymışçasına bir ortamdı. Birinin bir parçaya ihtiyacı oluyor. Bir adam da gelip arabanın birinden katır kutur o parçayı kesip veriyor. Canlı kalan parçaları satıyorlar. Bunları biyolojik olmayan yaşam formları olarak son derece ilgi çekici buldum. Araçların fotoğraflarını çektikten sonra geri planı yok edecek şekilde imgeleri dekupe yaptım. 20. yüzyıl başında yazılmış Darvinist kitaplar vardır. Hayvan veya maske ya da fosil numunelerini böyle siyah ya da beyaz fon üzerine yerleştirerek belgeleştirirler. Böyle bir dokümantasyon tahayyülünden yola çıktım.
Cam heykellerin hemen yanı başında duran ‘Two Breaths, Two Holes’ adlı fotoğrafın tüm bu agresif üretim süreçlerine zıtlık oluşturan ironik bir yapısı var gibi.
- ‘Perfect Day’ şarkısında olan türden bir ironi bu. Nasıl ki şarkı son derece sıradan ve huzur verici bir günün anlatımıyla başlar, parkta sangria içmek hayvanat bahçesini gezmekten bahseder. İşte aynı huzuru çağrıştıran masmavi bir gökyüzü ve ağaçlar var bunda da. Ama aynı zamanda bir gerçeklik kayması da söz konusu. Aynı sahnenin arka arkaya çekilmiş iki fotoğrafını yan yana getirdim bu işte. Ancak öncekinden sonrakine bir kadraj oynaması var. Tıpkı şarkıdaki huzur atmosferinin “başka biri, iyi biri olduğumu düşündüm” dizesinde yaşadığı kırılma gibi.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!