Roman yazarının hayatı roman

Güncelleme Tarihi:

Roman yazarının hayatı roman
Oluşturulma Tarihi: Ocak 02, 2011 00:00

Kitapları 18 dile çevrilen, onlarca baskı yapan Ayşe Kulin yeni romanı ‘Dürbünümde 40 Sene’de kendi hayatını anlattı: Oğullarım, “Bu zehiri içinden çıkarmalısın anne, yazmalısın. Yoksa bu kadar kızgınlık, kırgınlık, acı ve haksızlığa uğramışlık duygusunu içine tıkaçla kapatırsan hasta eder insanı” dediler

Sondan başlayalım isterseniz, kitaba noktayı koydunuz, ne hissettiniz?
- Eksiklik duygusu. Çünkü aşağı yukarı hayatımın üçte birini alabildim kitaba. Daha anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki. Ama bu kitabı bile ikiye bölmek zorunda kaldık. Bir taraftan da düşünüyorum, bunlardan kime ne diye? Ama bu kitap sadece benim değil, Türkiye’nin de hayatı. Türkiye’nin en çalkantılı dönemi. Ben bir savaşın içine doğdum, tamam savaşa girmedik ama bütün sıkıntılarını, bütün ağırlığını yaşadık. Hala bugünkü Başbakan o günlere referans vererek bir şeyler anlatıyor: Demek ki iz bırakan günlermiş onlar hayatımızda. Benim nüfus kağıdımda damgalar vardı, pamuk, basma, şeker damgaları... Bugünkü Türkiye’ye çok uzak. Anlattığınız zaman masal gibi, kimsenin inanamayacağı günler. Ama bir yerde de bütün hayat bir çember. Her şey yenileniyor ve aynı şey geri geliyor.

Bir çıplaklık duygusu oldu mu peki?
- Tabii ki hayatımın kimseler tarafından bilinmeyen bölümlerini de açmak zorunda kaldım. Çünkü ‘Ben Ayşe Kulin nasılım’a cevap arıyordum bu kitapta. Ama çıplaklık duygusu diyemeyeceğim çünkü kendimi çok soymadım, olayları yaşadığım insanları da açık etmedim. Sadece benim üstümdeki yıkıntıları, tesirleri var kitapta. Çünkü bu kitabı intikam, açığa dökmek gibi duygularla yazmadım. Ama ‘Cesur Ayşe’ olmayı çok isterdim. Bu kitap o zaman çok daha başka puntolarla yazılırdı.

Pişmanlıklar ve keşkeler var; bir itirafname diyebilir miyiz?
- Diyemeyiz. Keşkeler var tabii. Ama nereye kadar? Beni çok üzen evlilikten iki çocuğum ve beş torunum var; ben buna nasıl keşke diyebilirim. Çok hasar gördüler ama o hasarı dersler alarak kendi hayatlarına yansıttılar. Mete ile Ali olağanüstü düşkünler çocuklarına. Kerem ile Selim de düşkün ama onların babalarıyla bu kadar kırıcı bir ilişkileri olmadı.

Belki de biraz o hayatları görmek o çıplaklığı hissettiriyor...
- Belki biraz ama bende en çok iz bırakanları yazıyorsam, içinde yaşadığım 6-7 Eylül olayları gibi, 27 Mayıs ihtilali gibi, bu olayları da üstü kapalı geçemezdim, açabildiğim kadar açtım.

Çocuklarınız, babaları ve şimdiki eşiniz okudu mu kitabı?
- Şimdiki hayat arkadaşım bunu yazmamdan yana değildi, o kendine özel, içine dönük bir insandır. Okumadı, belki de hiç okumayacak. Zaten onunla pazarlık yaptık, kitabı 83’de bitirdim, kendisi bu kitapta yok (gülüyor). Mete ile Ali’ye kitabı yazarken sordum. “Bu zehiri içinden çıkarmalısın anne, yazmalısın. Yoksa bu kadar kızgınlık, kırgınlık, acı ve haksızlığa uğramışlık duygusunu içine tıkaçla kapatırsan hasta eder insanı” dediler. Demek ki onların içinde bir zehir gibi duruyor hakikaten. Ben öyle hissetmedim açıkçası. Ben çocuklarımı kırdığı için kızdım, bana bir şey yapmadı. Kerim ile Selim’e yollamadım çünkü onları rencide edecek, itiraz edecekleri bir konu yok. Eski eşlerime de göndermedim; biriyle görüşmüyorum zaten diğeri de fazla yok kitapta.

Neydi bu kadar acı çekmenize neden? Kıskançlık mı başka bir şey mi?
- Bunu ona sorun. Tuhaf bir şey, bilmiyorum. Bana değil, çocuklarına çektirdi.

Peki ya kitaptan sonra hayatının deşifre edildiğini iddia eder ve sizin için bir dava süreci başlarsa...
- Ben kendi hayatımı deşifre ettim, benim hayatıma karışamaz. Böyle bir mahkeme başlarsa da bu sefer ne olacak! Aklı olan öyle bir mahkemeye başvurmaz.

HAYATTA EN ÇOK BABAMI SEVDİM

Sizi kitabı yazmaya ilk iten neydi?

- ‘Veda’yla başlayan süreci tamamlamak. ‘Veda’da ailenin hayatını okurken Osmanlı’nın çöküşünü de okuyorsunuz. Resmi tarihte bize anlatılmayan, bilmediğimiz şeylerdi. O dönemde yaşayan insanları teke tek tanıyordum, dedemin mektuplarını, o acıyı gördüğüm zaman o dönemi yazmak istedim. İkinci kitap ‘Umut’ onun devamıydı, okurlar istedi. Osmanlı çöktükten ve Anadolu’ya hapsedildikten sonra dışarıdaki tebaları büyük eziyet çektiler, mezalimlere uğradılar; her şeylerini kaybederek geldikleri burayı kendilerine vatan yaptılar. Benim ailem de onlardan biriydi. İstanbullu ailem kadar, göçmen ailesinde doğmuş bir babanın evinde de büyüdüm.

İki kutuplu, iki yaşam alanlı aile. Ankara’da politikanın içinde memur bir aile; İstanbul’da sosyetik denilebilecek bir aile...
- Evet ama gücünü ve servetini kaybetmiş ama gene kuyruğu dik tutma telaşı içinde yaşayan bir aile?

Kitapta babanızın üzerinizdeki etkisi hissediliyor. Rol model baba herhalde...
- Üzerimdeki etkisi, sevgisi çok büyük. Çok örnek aldığım bir insan. Az insan tanıdım ben babam gibi, biri de geçen hafta kaybettiğimiz ressam Ferruh Başağa’ydı. Bu başka bir toprak, başka bir insan cinsi. Artık kalmadı onlardan, tektaş gibi çok özel.

Can Yücel’in şiirinden alıntı yapmışsınız; “Ben hayatta en çok babamı sevdim?”
- Bana çok uygun düştü. Ben de hayatta en çok babamı sevdim.

“Beceriksizliklerimle yüzleştim” diyorsunuz...
- Babam ölene kadar kendimi beceriksiz hissediyordum. Evliliklerimi yürütememişim, tam istediğim bir işe oturamamışım. Canım çıkıyor. Çocuklarım savruk. Bir hayatın içindeyiz ama yanımda değiller. Böyle olmasını istemedim.

Babanız Boşnakça ‘kedicik’ anlamına gelen Maço diyormuş size. Altemur Kılıç ‘Playgirl’ benzetmesi yapınca ne hissettiniz?
- Ona çok gücenmiştim doğrusu.

Acaba ilk eşinizle yaşadığınız sosyetik hayat mı böyle bir izlenim bıraktı insanlarda...
- Olabilir ama çok zaman geçmişti o hayatın üzerinden. Biz o hayatı, eğlence hayatı, gece kulüpleri falan zaten bir sene yaşadık yaşamadık. Evlendik Londra’ya gittik. İstanbul’daki hayatımsa altı aya sığar. O hayatı götüremeyeceğimi anlayıp boşanmışım, sevmemişim o hayatı. Sonra geliyor bir adam bana ben genç, güzel, sarışınım diye, “Seni playgirl zannetmiştim” diyor. Bayağı sinirlenmiştim.
/images/100/0x0/55eadb14f018fbb8f89b0c37


Çok erken bir evlilik değil miydi?
- Çok erkendi, üniversiteyi bitirmeyi çok isterdim. İçimde ukde kaldı gidememek. Londra’ya gideceğiz, birlikte okuyacağız, dans edeceğiz ve gezeceğiz, o bana çok hoş geldi. Londra’daki hayatımdan çok müşteki değilim. Çok mutsuz olmadım. Eksiklik vardı tabii ama o evlilikte beni üzen sonradan yaşadıklarımız. Yoksa evlilikte beni çok hırpalayan bir şey yoktu.

Arka arkaya bu kadar çocuk, tek çocuk olmanızdan mı kaynaklandı?
- Tamamıyla benim bu konudaki cehaletim ve doğum kontrol hapından haberdar olmamamdan. Doğum kontrol hapı daha Türkiye’de yoktu. Yoksa çocuk yapayım diye yapmadım. İkinci evliliğimdeyse Eren de çok çocuk istiyordu. Ama hiçbirinden pişman değilim, iyi ki varlar. Gençliğim biraz çocukların peşinde geçti ama çok da eğlendim.

Evliliklerinizin sürmemesinde kendinizi sorguladınız mı?
- Hiçbir zaman bir kişi suçlu değildir. İkinci kocam çapkındı bunu kabul etmek lazım. Ama çapkın olduğunu fark etmedim. Öğrendiğim zaman küçümsedi yaptığı işi. O, bana çok koydu. Aklıma ilk gelen intikam oldu açıkçası. Ama ben de onu aldatacağım da ne olacak, çok çirkin bir ilişkiye dönüşecek, onu yapmak istemedim. Hakikaten ben güzel bir kadındım ve peşimde çok insan dolaşıyordu. Bu kızgınlıkla yaşadığınız zaman ve ortam müsaitse bir zaafa bir gün kapılabilirsiniz. O ağın içine düşmek istemedim. Boşanmak istemedi. Suçlu olduğunu biliyordu, bir gün pes edip döneceğimi düşündü. 3-4 sene evli kaldık ama hiç aynı evde yaşamadık. Ne zaman benim sevgilim oldu, anladım ki o da ona ağır geldi ve ayrılmaya karar verdik. Medeni bir ayrılmaydı.

Kader miydi peki bu?
- Biraz kaderdi. Biraz da belki benim duruşumdu. Çünkü affedilebilecek ihanetleri kaldıramadım. Hadi boşanayım, hadi boşanayım... Bu kadar kendine güven, bu kadar her şey benim istediğim gibi olsun, o da belki bir hata.

Neydi o hataya götüren sizi?
- Birinci evliliğime götüren evdeki çok fazla baskıydı. Annem bana çok kızıyordu bunu söylediğim zaman. Çok üstüme vardılar.

BİR HAYAT MUHASEBESİ

Dedesi Osmanlı’nın son nazırlarından Ahmet Reşat Bey, babası Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk genel müdürlerinden, Devlet Su İşleri Reisi Muhittin Kulin. Savaş yorgunu ve yoksul Türkiye’de, ikinci savaş tamtamları çalarken doğuyor. Eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ile ünlü müzisyenler Ekrem-Cemal Reşit Rey’in babaları Ahmet Reşit Rey’in kucağında büyüyor. Güzelliği İran Şahı Pehlevi’nin eş adayları arasında gösterilecek kadar tescilli. Parlak bir eğitim ve zengin bir koca... Fakat peri masalı uzun sürmüyor. Üç yıllık evliliğin ardından 23 yaşında, iki oğluyla baba evine dönüyor. Yıllar süren, iftiralarla dolu velayet davaları, sekiz yaşında yurtdışında bir yatılı okula gönderilen çocukların arkasından dökülen gözyaşları ve ikinci evlilik... İki çocuk sahibi daha olduğu ikinci eşiyle öncelikleri farklı olunca 30’lu yaşlarda dört çocuk annesi olarak iş aramaya başlıyor. Önce arkadaşı Abdi İpekçi’nin kapısını çalıyor. İpekçi’nin “Her yıl Londra’ya gidiyorsun, Kraliçe ile röportaj yaparsan işe alırım” sözüyle vazgeçiyor gazetecilikten. Milliyet Yayınları’nın başındaki Altemur Kılıç ile görüşüp çeviri yapmaya başlıyor. Kılıç’ın kafasındaki ‘Playgirl’ imajını silmeye çalışarak... Bu arada kocasının kendisini aldattığını öğreniyor ve bir yastıkta kocama hayali suya düşüyor. Kendini işine veriyor. Bir yandan reklam çekimlerinde sanat yönetmenliği yapıyor, bir yandan Betül Mardin ile birlikte halkla ilişkiler sektörüne giriyor. Asil Nadir ve Bedrettin Dalan ile çalışma o döneme rastlıyor. Bu arada yavaş yavaş öykü denemeleri başlıyor. Çocukluğunun geçtiği Ankara’daki komşusu Aylin’in hayat öyküsünü kaleme aldığı ‘Adı Aylin’ hayatının dönüm noktası oluyor. Kitapları 18 dile çevrilen Ayşe Kulin, son kitabı ‘Dürbünümde Kırk Sene’de kendi öyküsünü, 1941-1983 yılları Türkiye panoramasıyla anlatıyor. Kitap, “Bunca yanlışı kırk yıla iyi sığdırmışım, aferin bana! Çocuklarımı saymazsam, elde var kocaman bir sıfır!” yüzleşmesiyle başlıyor.

KİTAP OKUTAN BİR YAZARIM

Okuduğum okulun yazar olmamda çok büyük faydası oldu. Çok bireyci bir okuldu, kabiliyetini görüp yönlendiriyorlardı. Her insan bir yetenekle doğuyor. Dikiş dikmek, iyi yemek yapmak, ressam olmak, hepsi yetenek işi. Yazar olmak da öyle; gidin üç tane üniversite bitirin, oturun roman yazın, olmuyorsa olmuyordur. Bence tamamen genlerde oluyor. DNA ile geliyor. Ailemde yazar yok ama halam güzel yazardı. Babam da mühendisti ama yazmakla ilgili bir derdi vardı. Kitaplarım 18 dile çevrildi. Çince ve Tayvanca’ya çevriliyor. İtibarım yurtdışında daha fazla. Nobel hayalim yok. Fakat Dublin Impac ödülü var. Çok önemli bir edebiyat olayı. İki Türk yazar listeye girdi. Orhan Pamuk ve ben. Okumayan insanlara, kitap okutan yazarım. Her kitabım gibi bunun da satacağını tahmin ediyorum. Bir beklentiyle yazmadım. Bunu otobiyografi olarak görmüyorum çünkü yaşadığım birçok şeyi koymadım içine. Tek kitap olarak düşündük fakat kalın oldu, iki kitap yaptık. İlk bölümü Hayat 1941-1964 Türkiyesi, ilk eşten ayrılıp Ankara’ya baba evine döndüğümde bitiyor. İkinci kısım Hüzün; 64-83 arası Ankara’da başlayan hayat ve boşanma, velayet mahkemeleri. 83 sonrası olmayacak.

KİTAPTAN...
İran şahına eş aranıyor

- Annem, Feruz Bey (İran sefiri), babandan senin fotoğrafını istemiş, dedi.
- Neden?
- İran’a yollamak için. Şah’a yeni bir eş bakıyorlar anladığım kadarıyla. Seni Süreyya’ya benzetmiş, Feruz’un karısı.
- Benzesem bari, dedim.
- Şu kaybolan resimde andırmıyor değilsin.
- Beni İran’a postalıyorsunuz yani!
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!