Özkök’ü nasıl sinir edeceğimi biliyorum

Ben onun anlattıklarıyla bu dünyadan kopabilirim.

"Müziğin matematiği"ni öyle bir anlattı ki, ben kimim, neden bu evdeyim, ne yapıyorum yemin ederim unuttum.

Arada müzik aletlerini tek tek eline alıyor.

Hepsini çalabiliyor.

Bir şeyler mırıldanıyor.

Ben size bir şey söyleyeyim mi, bu sohbet hiç bitmesin istedim./images/100/0x0/55eb53e8f018fbb8f8ba2c85

Galiba şarap filan da içmek istedim.

Sedat Ergin öyle bir adam.

İlgi alanları muazzam geniş.

Çok çok bilgili.

Gerçek bir entelektüel.

Öyle ağzınız açık dinliyorsunuz.

Üstelik sıkıcı değil.

Son derece renkli.

Yani kişiliği öyle.

Ama iş, gazeteciliğine gelince...

Daha çok siyasi gazeteciliğe ağırlık verdiği için, ne yalan söyleyeyim, bana bir süre sonra baygınlık geliyor.

İtiraf ediyorum, kendimi jiletlemek filan istiyorum.

Ama bu onun suçu değil, ben siyaset sevmiyorum. Bana anlattıklarını yazıyor olsa, dünyanın en ilginç yazılarını okuruz.

Kim bilir belki de artık okuruz...

4.5 yıllık Milliyet Yayın Yönetmenliği macerasından sonra, tekrar yuvaya döndü Sedat Ergin. Salı günü Hürriyet’te yazıları başlıyor. Bu röportaj onun gelişi şerefine... Tabii arada Milliyet macerasını, sitcom gazeteciliğini, geçen 4.5 yılı nasıl değerlendirdiğini, elimde değil araya sokuşturuverdim...

Bu röportaj yarın da devam edecek...

HAMİŞ: Bütün bir röportaj boyunca sitcom gazeteceliğiyle alakası olmadığını söyleyen Sedat Ergin, ısrarım karşısında beni kıramadı, bu fotoğrafları çektirdi. O da "Beni de sitcomcu yaptın sonunda" diye takıldı fotoğrafları çektirdikten sonra. Adamı pişman ettirmeyin! Ben zorladım tamam mı, suçlu benim...

Sitcom gazeteciliği sizin için ne ifade ediyor?

- Pek bir şey ifade etmiyor. Ben o ekolden gelmiyorum. Ama renkli bulduğumu itiraf etmeliyim. Bu tanım Ertuğrul Özkök’e ait. Gazeteciler ve köşe yazarları özel hayatlarını okurla paylaşıyorlar, kendileri de haber oluyorlar. Sen de onlara dahilsin...

Siz bu gazetecilik türüne karşı mısınız?

- Karşı olup olmamak gibi bir meselem yok. Ama ben daha ziyade Anglosakson ekolüne mensubum. Bu ekolde gazeteciler kendilerini geri çekerler, okuru olgularla baş başa bırakırlar. Birinci tekil şahıs kullanmazlar.

Bu anlayış geride kalmadı mı? "Benim bunu aşmam gerekiyor" diye hissettiğiniz olmuyor mu?

- Hayır efendim.

Neden?

- Nasıl yani neden? Ben gazeteciliği böyle gördüm, böyle yetiştim. Herkes kendi gazetecilik anlayışını, çizgisini icra etsin.

Sizde içten içe bir küçümseme var sanki sitcom gazeteciliğine karşı...

- Yok hayır. Ben de okuyorum, söylüyorum renkli...

Peki sizin yaptığınız gazetecilik türünün renksizlikle suçlanması sizi rahatsız eder mi?

- Hayır etmez.

Sıkıcılıkla?

- Hayır, ben halimden hoşnutum. Şunu kabul ediyorum, sırf benimki gibi bir gazetecilik yaptırırsan, gazetenin tirajını yere çakıp, işine veda edersin. Talep diğerine. Ama ben de buyum. Mesleğimi böyle icra edip, böyle emekli olmak istiyorum. İkisi yan yana bir denge bulursa amenna...

Belki biraz da gazeteciliğe nasıl başladığınızla ilgili...

- Aynen. Benim gazeteciliğe başlamam ve kariyerimin şekillenmesi, geleneksel bir çizgi üzerinde seyretti. Ankara’da önce Başbakanlık ve Meclis muhabirliği yaptım, ardından diplomasi muhabiri olarak uzmanlaştım. Washington’da 6 yıl görev yaptım, Türk-Amerikan ilişkilerini izledim, Türkiye’ye Atlantik’in diğer yakasından baktım. Dönüşte 12 yıl Ankara temsilciliği. Bu tür görevler, sitcom konseptine pek uygun değil. O yüzden sitcom yönüm maalesef eksik kaldı!

Yok canım, niye maalesef olsun? Yeniden Hürriyet yazarısınız, salıdan itibaren yazılarınız başlıyor. Önümüzdeki günlerde sitcom’un hangi parçası olacaksınız!

- Tabii ki profesyonel ölçüler esas, Ertuğrul Özkök’ün vereceği görevleri yapacağım. Onun hayatını kolaylaştırmaya çalışacağım. Kendimi müessesenin üstünde görmeyeceğim. Ama yayın yönetmeninin bana uygun rol ve görevler vermesini beklemek de, benim hakkım. Onun muhakemesine güveniyorum. Mesela hacca göndermek açısından, ben doğru bir seçim olmam! Ama benim bilmediğim taraflarımı ortaya çıkaracak olursa, ona da itiraz etmem...

Milliyet’teki tiraj kaybını nasıl açıklıyorsunuz? Anglosakson gazeteciliği Türkiye’de prim yapmıyor, bu mudur?

- Yok hayır. Pek çok etken var ama aslolan şu: Genel yayın yönetmeni olarak, ben bu kaybı durduracak beceriyi sergileyemedim. Sorumluluk tabii ki öncelikle bana ait. Ama doğrudan, konjonktürden kaynaklanan kayıplar da oldu. Mesela AKP’nin kapatılmasına gazete olarak karşı çıktık. Kapatılması, Türk demokrasisini şakadan bir demokrasi haline getirirdi. Bunu yaparken, bazı okurlarımızı kızdırdık. Küstüler ve Milliyet almaz oldular. Yapısal nedenler yok muydu? O da vardı. Milliyet geleneğini yaşatma sorumluluğuyla, yenileşme ihtiyacı arasında, daha etkili bir denge kurabilmek gerekiyor. Ama bazen, her şey bir arada olamıyor.

Kendinizi tutucu buluyor musunuz?

- Buluyorum. Dünya görüşü olarak tutucu değilim ama yeniliklere başta kuşkuyla yaklaşan, gelenekçi bir yapım var. Bu da aslında, ihtiyatlı olmamdan kaynaklanıyor. Her şeyi önce bir tartmak istiyorum. Mesela iPod’a uzun süre muhalefet ettim. Geçen yıla kadar sabahları hálá taşınabilir CD-player’la yürüyüşe çıkıyordum. Eşofmanın cebine zorlukla sığıyordu ama olsun. Şimdi iPod’um hayatımın en önemli parçalarından biri. Onsuz kapıdan dışarı adım atamam. Bazen uykuya da müzik dinleyerek geçiyorum.

Miliyet’te siz "yeni" ne yaptınız?

- Bir gazete yöneticisinin görevi, yenilik değil, öncelikle "iyi gazete yapmak"tır. Ben de, az hata yapan, okurları yanıltmayan, doyurucu, heyecanlanmayan, soğukkanlı bir gazete yapmaya çalıştım. Doğrultu tutarlılığı benim için çok önemliydi. Ama gazeteyi çok boğduğum, sıkıcı bir hale getirdiğim, fazla Ankara ağırlıklı çıkarttığım eleştirileri de eksilmedi. Gazetecilikte, benim açımdan, "ciddi olmanın" hiçbir mahzuru yok. Ama sonuç ortada: Bir başarı öyküsü olsaydı bugün, bu mülakatı seninle Milliyet Genel Yayın Yönetmeni unvanımla yapardım!

İnsancıl yapınızı, gazetecilikte avantaj mı dezavantaj mı olarak değerlendiriyorsunuz? Mesela, dengeleri çok gözetmiş olabilir misiniz, onu kırmamak, bunu kırmamak vs.../images/100/0x0/55eb53e8f018fbb8f8ba2c87

- Evet, öyle oldu. Bir şey iyi gitmiyorsa, çarkın o dişlisini değiştirmeniz gerekir. Verimli olmayan bir çalışanınızla, aslında el sıkışmanız lazım. Ama işine son verirseniz, o kişinin yaşayacağı mağduriyeti, sıkıntıları, örneğin çocuğunu okula nasıl göndereceğini falan düşünmeye başladığınızda, empati kabiliyetiniz, sizin için bir dezavantaja dönüşüyor. Bana da öyle oldu. Yöneticilikte bazen gözünüzü kırpmadan zor kararlar almanız gerekiyor. Ben çok sert bir yönetici olamadım.

Küsen bir yapınız varmış, doğru mu?

- Evet. Ama size kaba davranan, saygısızlık yapan ya da kötülük eden birine, hiçbir şey olmamış gibi mi davranacaksınız? Ama bir genel yayın yönetmeni belki daha esnek olabilmeli. Ama ben olamadım.

Detayda kaybolduğunuz olurmuş. Bu, doğru mu?

- Doğru. Bu yüzden ana fotoğrafı kaçırdığım da oluyor.

Risk alabilen bir yönetici misiniz?

- Değilim, risk almayı çok sevmiyorum.

Milliyet maceranızı nasıl değerlendiriyorsunuz? Zafer mi, yenilgi mi?

- Daha önceki görevlerimden ayrılırken hissettiğim başarı algım yok. Daha nötr bir ruh hali içindeyim.

Sizin gazeteciliğiniz, insanlara "bir gömlek büyük" gelmiş olabilir mi?

- Buna "evet" demek, kendimi lüzumsuz bir şekilde yüceltmek olur.

Milliyet macerası, sizi yaşlandırdı mı?

- Kolay değildi ama muazzam bir tecrübeydi. Bir fırına girip, iyice ızgara olmak gibi bir şey! Şu anda üzerimden hálá dumanlar çıkıyor. Bu tecrübeyle kendimi yaşlı değil; eskisine göre çok daha dayanıklı, diri ve donanımlı hissediyorum.

Özkök hakkında her gün bir sürü olumsuz yazı çıkıyor. Sizin hakkınızda bu kadar olumsuz yazı çıksa, ne yapardınız?

- Bir kere Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni değilseniz, hakkınızda bu kadar olumsuz yazı çıkmaz. Ama ben kuşkusuz ondan çok daha fazla etkilenirdim. O, bu yazıları çoğunlukla okumadığı için çok etkilenmiyor. Yazanlar da, onu etkilediklerini zannediyorlar. 19 yıl bu görevi yapan kişi tabii ki eleştirilecek, ama bunun bir saplantı haline getirilmesi yanlış.

Siz mi daha komplekssizsiniz Özkök mü?


- Bu konuda onunla yarışamam!

Türk medyasında kaç tür gazetecilik anlayışı var?

- Bir dizi yeni akım güçlenmekte: Mesela "linç gazeteciliği" ,"tasfiyecilik akımı", "dalkavukluk". Özellikle dalkavukluğun çok etkileyici örnekleri sergileniyor.

Gazetecilikte en yüksek mertebe ne?

- Aslolan muhabirliktir.

Milliyet’te iki yıl boyunca yazarların değil de, muhabirlerin maaşına zam yaptığınız doğru mu?

- Evet. Yazarlarla muhabirlerin arasındaki makas çok açılmıştı. Muhabirlerin durumunu iyileştirebilmek için kaynak gerekiyordu. Ben de iki yıl süreyle köşe yazarlarının büyük bir bölümüne zam yapmadım. Muhabirin maaşı 1’se, yazarın maaşı bundan katbekat fazla. Muhabire diyelim yüzde 7 zam yapınca, dışarıda bir yemek parası kadar artıyor, yazarınki ise neredeyse muhabirin maaşı kadar. Kırptık arkadaşların maaşını...

"Arkadaşlar" bir şey demediler mi?

- Pek umurumda değildi...

Yayın yönetmenliğiniz mi, muhabirliğiniz mi daha iyi?

- Sonuç ortada, asli işime, yani muhabirliğe döndüm!

Nasıl bir köşe yazarı olacaksınız?

- Bir köşenin kalıplarına sığabileceğime inanmıyorum. Özkök’e de söyledim, "Köşemi yazarım, ama onun yanı sıra haber analizleri de yazmak istiyorum" dedim. Bir meselenin, bir konunun, röntgenini çekmek, takdiri de okura bırakmak. Farklı şeyler de yapmak istiyorum, mesela müzik insanlarıyla mülakatlar. Türkiye’de dünya çapında olan ama popüler işler yapmadıkları için kamuoyu tarafından bilinmeyen pek çok müzisyen var. Bu insanların hakkının teslim edilmesi lazım. Bu tür işler de yapacağım. Yeni dönemde sadece politika yazmayacağım. Eğitim ve sağlık konularında da yazmak istiyorum.

Canan, ona Latino Lover diyor

Yayın yönetmenliği macerası, eşinizle ilişkinizi ne kadar etkiledi?

- Etkilemedi. Canan da benim arkamdan buraya geldi, Hacettepe Üniversitesi’nden ayrılıp yeni bir işe başladı. Bahçeşehir Üniversitesi’nin psikoloji bölümünü kurdu. Ardından Fen Edebiyat Fakültesi dekanı oldu, bir dizi idari sorumluluk yüklendi. Onun meşguliyeti de benden geri kalmadı.

Kedilerde bölünme var mı: "Biri benim, biri eşimin..."/images/100/0x0/55eb53e8f018fbb8f8ba2c89

- Hayır. İkisi de onun çekim alanında. Özellikle erkek olan, Miço sürekli tepesinde. Canan ona "Latino lover" diyor.

Sizi de öyle adlandırıyor olabilir mi?

- Zannetmem.

Kendinizi renkli buluyor musunuz?

- İşten uzaklaştığım zaman evet. Bir sürü ilgi alanım, bir sürü yapmak istediğim şey var. Maalesef, bunların çoğunu yaşam süreme sığdıramayacağım. Okumak istediğim kitaplar, öğrenmek istediğim şeyler, çalmak istediğim enstrümanlar... Mesela Latince öğrenmeyi isterdim. Geldiğim noktada biraz gecikmeli olarak Batı dilleri açısından Latincenin çok önemli olduğunu fark ettim. Ama bu saatten sonra öğrenecek vaktim yok. Bir kutunun içindeyim, bir şeyleri çözüyorum, tam "Çözdüm" diyorum, bakıyorum daha büyük bir kutunun içindeyim, onu da çözmek gerekiyor, öğrenmek, ucu bucağı olmayan bir şey.

DIŞARDAKİ HAYAT

En son ne zaman kontrolsüz bir şey yaptınız?


- Yayın yönetmenliğini bıraktığım günün ertesiydi. Yapacak işim yoktu, aldım gazeteleri Bebek Oteli’nin terasına gittim. Sabah 10.30-11.00, baktım, dışarıda benim bilmediğim bambaşka bir hayat var. Gemiler geçiyor, insanlar gülüyor, sohbet ediyor, şahane bir güneş, sen kahveni içiyorsun, gazeteni okuyorsun, inanamadım... Bir arkadaşım aradı, "Ne yapıyorsun?" dedi, "Yeni hayatıma alışıyorum" dedim. "Kalamış Marina’dayım, atla gel" dedi. Gittim. 7 metre uzunluğunda bir balıkçı motoru var, nasıl güzel bir şey, ona bindik, beni Kınalı Ada’ya götürdü. Bir yunus yanımızdan geçti. Kınalı’da vapur iskelesinin yanında oturduk, öğle rakısı içtik. Bu arada martılar geldi, onlara ekmek attık, derken kediler de bize katıldı, martının biri kanatlarını açıp kedileri kovaladı. Her şey, bir film karesi gibiydi. Medya plazaların dışında başka bir hayatın aktığını gördüm. Tüm bunlardan o kadar uzak kalmıştım ki...

İŞTE SEDAT ERGİN’İN VAZGEÇİLMEZLERİ

Miço, Misti ve Şefika Hanım


Beykoz Konakları’ndaki evin kapısını Şefika Hanım açıyor. Dünya tatlısı bir kadın. O ve evin iki kedisi Ergin’in vazgeçilmezleri. Şefika Hanım, 1993’ten beri Sedat ve Canan Ergin’le birlikte. Şöyle anlatıyor; "Daha önce Adnan Kahveci’lerde çalışıyordum. O rahmetlik olunca, Ertuğrul Bey’in eşi Tansu Hanım, beni Canan Hanım’a tavsiye etmiş. Kocamla bunlardayız yıllardır. Çok iyiler. Birlikte İstanbul’a geldik. İstanbul da güzel. Ben çalışıyorum gördüğün gibi, kocam Beykoz’da balık tutuyor. Ama halimizden memnunuz. Benim arada vidalarım gevşiyor, sağlık sorunlarım oluyor, onlarla uğraşıyorum, onun dışında Allah’a şükür iyiyiz."

KÁBE’Yİ TAVAF EDERKEN DENKTAŞ’A NE SORDUM

Benim de bir Mekke tecrübem var. İlk kez açıklıyorum. 1980 yılında Cumhuriyet’te çalışıyordum. Askeri idare dönemi. Dönemin başbakanı Bülend Ulusu’nun Suudi Arabistan’da düzenlenen İslam Konferansı Zirvesi’ndeki temaslarını izliyorum. Bütün gazetecileri Mekke’ye götürdüler, Kábe’yi tavaf ediyoruz. Birden Rauf Denktaş’ı gördüm, huşu içinde Kábe’nin etrafında dönüyor. Hemen yanına gidip "İkili temaslarınız nasıl gidiyor, kimlerle görüştünüz?" diye sordum. "Sedat insaf" dedi, "Şu an kutsal topraklarda Allah’ın huzurundayız, sen kalkmışsın ikili temasları soruyorsun, bunun yeri mi burası Allah aşkına..."

ARTIK SAHNELERE GERİ DÖNÜYORUM

Evde bir sürü müzik enstrümanı görüyorum. Sürekli bir enstrümandan diğerine mi geçiyorsunuz?

- Bazıları sık sık başka şeyler değiştirir, ben müzik enstrümanı değiştiriyorum! Bir enstrümanı çözüyorum, öğreniyorum, çalıyorum, sonra bir başkasına merak salıyorum. Sırada kanun ve santur var. Benimkisi belki de biraz maymun iştahlılık.

Sık sık sevgili değiştirmeyi tercih etmez miydiniz?

- (Gülüyor) Bu soruyu ne sen sormuş ol, ne de ben duymuş olayım!

Toplam kaç enstrüman çalabiliyorsunuz?

- Mandolin ve gitarı çocukluğumdan beri zaten çalıyordum, sonra bas gitara geçtim. Derken buzuki aldım, bir sene onu çalıştım, çözdüm, sonra ver eline çello. Bir taraftan da kontrbasta ilerlemeye çalışıyorum. Sonra ut dersleri aldım. Bir yıldır daha çok ut çalışıyorum. Aynı zamanda makam bilgimi ilerletmeye çalışıyorum. Her makamın ayrı bir matematiği, ayrı bir duygu yüklemesi var. Batı müziğinde makamlar çok sınırlı. Ama Türk sanat musikisinde muazzam bir zenginlik var. Batı’da bütün eserler toplam 12 ses değeri üzerinden kurgulanıyor. Do ve Re arasında Batı’da bir tek Do-diyez var diyelim, ama Türk sanat musikisinde arada teorik olarak 9 koma ses var. Bu konuda çok okuyorum.

Ne ara vakit buluyorsunuz?

- Hafta sonları, sabahları erken, arabada, akşam eve gelince. Bir şeye kafayı taktığınızda, ne yapıp edip ona zaman buluyorsunuz.

Sizin Ankara’da bir müzik grubunuz vardı, o ne oldu?

- Evet, davulda Durul Gence, piyanoda Murat Sungar ve gitarda Burak Gürsel’le birlikte, ayda birkaç kere toplanırdık. Ben elektro bas çalıyordum. Dışarıda çaldığımız da oluyordu. Ama ben İstanbul’a gelince sahne hayatım son buldu. Neyse ki artık sahnelere, sahne ışıklarına dönüyorum! Şimdi yeniden toplanacağız.

İSTANBUL BENİ DE BİRAZ BOZDU

Cinsellik haberlerine, güzel kadınlara, sansasyonel işlere kafadan karşı mısınız?

- Cinsellik haberlerinin yeri gazete değil. Merak edenler Penthouse, Playboy alsın. Bizim, her gün birinci sayfa ya da arka sayfa güzeli arayışımız olmadı. Böyle kurallarımız da olmadı. Cafe Eki’nin anonsunu koyarken, genç ve modern bir kadın görüntüsü vermeye dikkat ettik, ama kontrollü bir şekilde. Sansasyona ise toptan karşıyım.

İnsanların özel hayatlarıyla filan ilgilenmez misiniz?

- Hayır. Kim, nerede, kiminle ne yapıyor işim olmaz. Bana ne?

Can Dündar olayı size gelse mesela, basar mıydınız?

- Basmazdım. Magazin ekleri bile, benim garibime gidiyor. Her gün kim kiminle hangi gece kulübüne girmiş, beni zerre kadar ilgilendirmiyor. İstanbul’a gelmeden, gazeteleri elime aldığımda, ilk işim magazin eklerini çıkarıp atmak olurdu. Bu şehir beni de değiştirdi. Milliyet’te göreve yeni başlamışım, magazin müdürü Ali Eyüboğlu, "Müdür, Bodrum’a muhabir yolluyoruz değil mi?" dedi. Çok şaşırdım, "Niye ki?" dedim. O da benim şaşırmama şaşırdı. "Biz her yaz yollarız" dedi. "Olur mu öyle şey? Oraya bir de muhabir mi yollayacağız?" Yollamadım. İki sene sonra Ali Eyüboğlu’na şöyle çıkışıyordum, "Hiç Bodrum haberi yok! Hálá muhabir gitmedi mi Bodrum’a? Hadi yolla..." Söylüyorum, İstanbul beni de biraz bozdu...

YARIN: Karıma seni seviyorum gibi standart laflar etmem
Yazarın Tüm Yazıları