Neden tehlikeleri göze alırız?

Güncelleme Tarihi:

Neden tehlikeleri göze alırız
Oluşturulma Tarihi: Şubat 08, 2002 17:43

Hayatta kalmak, insan dahil bütün canlıları güden temel ilkedir. Ancak insanoğlu hayatını bilerek tehlikeye atmaktan da geri durmaz. Peki insanoğlu neden risk alır?

Bilim insanları bu soruya yaşamda daha iyi bir konum sağlamak için yanıtını veriyor. Bu amaçla kimi zaman abartılı ve kimi zaman da tehlikeli davranışlara girişiyor...

Riskli davranış ilk bakışta biz Homo sapiens’lere özgü garip bir davranış biçimi gibi görünse de, göze çarpmak doğada oldukça yaygın bir eğilim. Örneğin, aç çitalar tarafından kovalanan antiloplar genellikle akrobatik bir devinimle havaya sıçrarlar. Oysa, sağduyulu bir davranış bu canlıların hemen oradan uzaklaşmalarını gerektirir. Çok daha sıradan olan lebistes türünden ufak renkli balıklar bile kaçmadan önce düşmanların burunlarının dibinde dolanırlar. Gerek insanlar, gerekse hayvanlar gereksiz yere neden böylesine aptalca, kimi zaman da ölümcül bir davranış biçimi sergilerler?

Yıllardır bu soruya bir yanıt bulmaya çalışan 73 yaşındaki dirimbilim uzmanı Amotz Zahavi’nin araştırmasının ilk yıllarında dikkati çeken şeylerden bir tanesi adının duyulmasına neden olan geniş kapsamlı ve tartışmalı görüşüydü.

Başarının anahtarı mı?

Zahavi’nin engel ilkesi boşboğazların neden düşmanlarına bağırıp çağırarak yaşamlarını tehlikeye attıkları, tavuskuşlarının neden son derece görkemli, ancak bir o kadar da hantal kuyruklara sahip oldukları, dahası Ted Turner’in neden Birleşmiş Milletler’e 1 milyar dolar verdiğini açıklamaya çalışıyor.

Ortaya atılan ve bu davranışlara bir açıklama getirmeyi amaçlayan ‘engel ilkesi’, insanlarla hayvanların en riskli, en abartılı davranışlarına karşın değil, bu tür davranışlar sayesinde başarılı olduklarını savunuyor. Bu tür davranışlar bireyin ne denli başarılı, ne denli gözüpek olduğunu sergilemenin bir yolu. İçinde yaşadığımız dünya yoldan çıkmış ve son derece tatsız bir yer olduğundan, kendimizle ilgili tanıtımı daha inandırıcı kılmak için belli bir bedel ödemek, ya da belli bir engeli aşmak zorunda kalırız.

Antilopların çitaların önünde sıçrayarak bir yığın güç harcamaları ve onca tehlikeyi göze almaları bu yüzdendir. Böylesine bir tehlikeyi bile bile göze alırken çitalara, ‘Hiç bu işe kalkışmayın,’ demeye çalışırlar.

Zahavi 70’li yıllarda görüşünü ilk kez ortaya attığında biyoloji çevreleri nutuksuz kaldılar.

Karşı çıkanlar

Oxford’lu evrimbilimci Richard Dawkins ‘The Selfish Gene=Bencil Gen’ adlı kitabının ilk baskısında Zahavi’nin engel ilkesinin ‘çıldırtıcı derecede aykırı’ olduğunu dile getiriyor ve bu kurama kesinlikle inanmadığını vurguluyordu. Rutgers Üniversitesi evrimbilim uzmanlarından Robert Trivers de, Zahavi ile dalga geçiyor ve bu görüşün mantığın en uç noktalarına taşınması durumunda, her iki cinsin de baş aşağı uçarak başları yukarıda uçsalar ne kadar iyi olacağını birbirlerine göstermeye çalışan bir kuşla karşı karşıya kalacağımıza dikkat çekiyordu.

Zahavi’nin aykırı bir kişiliğe sahip olması da bir işe yaramadı. Bilimde yaygın olarak uygulanan yöntemlerden biri olan, görüşlerin matematiksel örneklerle sınanması Zahavi’nin yabancısı olduğu bir yöntemdi.

Görüşleri yalnızca gözlem ve içgüdülere dayanan Zahavi, vardığı sonuçlara burun kıvıranların zekasına da kuşkuyla yaklaşırdı.

Kanıtlar artıyor

Zahavi’nin aykırı kişiliğine karşın, engel ilkesiyle ilgili kanıtlar giderek çoğaldı. Bir araştırma Afrika’ya özgü yabanıl köpek ve sırtlanların, gerçekten de, havaya sıçrayan hayvanlara hiç ilişmediklerini, bu tür davranışlarda bulunmayanları çok daha kolaylıkla ele geçirdiklerini ortaya koyuyor.

Daha da önemlisi, Alan Grafen adında Oxford’lu bir dirimbilimci engel ilkesinin evrimsel açıdan bir anlam taşıdığını matematiksel örneklerle gözler önüne serdi. Kitabının ikinci baskısında, Dawkins ‘alabildiğine uçuk kuramların artık mantık çerçevesinde değerlendirilemeyeceği’ olasılığı karşısında yakınıyor, ancak ‘Grafen haklı ise, ki öyle olduğunu düşünüyorum, o zaman davranışın evrimi konusundaki görüşlerin kökten değiştirilmesi gerekebilir,’ diye ekliyordu.

Charles Darwin, kuşkusuz, evrimde doğal ayıklama kuramıyla tanınıyor. Ancak, 1872’de yayınlanan ‘The Descent of Man=İnsan Soyunun Türemesi’ adlı yapıtında 20. yüzyılın ortalarına dek göz ardı edilen bir görüş ortaya atıyordu. Cinsel ayıklama yoluyla evrim, genetik değişimin karşı cinsi çekme yeteneğinden de etkilendiğini savunur. Bu iki görüşle ilgili sorun, bunların genellikle birbirlerine ters düşmesidir.

Doğal ayıklama esasen doğadaki istenmeyen özelliklerin bu tür özellikleri sergileyen bireylerin yok edilmesi suretiyle ayıklanması anlamına gelir. Öyle ki, kızıl benekli bir kutup tilkisi kısa sürede bir kutup ayısına yem olurken, beyaz tüylü olanlar karda rahatlıkla gizlenebildiklerinden yaşamlarını sürdürürler.

Ne var ki, türlerin büyük bir bölümünde çiftleşme dişilerin denetimindedir ve bunlar genellikle doğada istenmeyen ve bir olasılıkla ayakta kalmalarını engelleyecek özelliklere sahip olan erkeklere eğilim duyarlar.

Doğa parıltılı tüyler, koskoca boynuzlar, abartılı tavlama numaraları gibi, kendilerini aptalca sergileyen erkekler için yanıp tutuşan dişilerle doludur.
Erkeğe özgü cinsel ayıklama da kimi zaman dişileri saçma davranışlar sergilemeye zorlar. Emzirme açısından küçük göğüsler her ne kadar aynı işlevi görseler de, erkeklerin çoğu iri, hantal göğüslü kadınları yeğlerler.

Zahavi’ye göre bu, eski kuşak kadınların emzirmeye daha uygun olduklarını gözle görülür beden yağı biçiminde sergiledikleri bir bedel, bir engeldir.

Yıldırıcı etki

Doğanın acımasız düzeni karşısında, bedeli böylesine yüklü özellikler nasıl olup da ortaya çıktı? Bu konuyla ilgili olarak biyoloji kitaplarında yer alan klasik bir açıklama, Britanyalı matematikçi R.A.Fisher tarafından ortaya atılan ve cinsel-ayıklama kuramının bir değişkesi olan ‘kaçış süreci’dir.

Diyelim ki, tavuskuşları ilk önceleri donuk bakışlı, tüysüz kuyrukluydular. Derken, ufak bir genetik değişimle, birkaç dişi daha uzun kuyruklu erkeklerin özlemini çekmeye başladı. Bu özellik daha iri, daha yetkin erkeklerde ortaya çıktıysa, onları seçen dişilerin de daha çok yavru doğurmuş olmaları gerekir. Böylelikle, erkeklerde daha uzun kuyruk yaygınlaşırken, dişilerde de bunlara duyulan ilgi arttı. Buraya dek her şey tamam.

Gelgelelim, Fisher kısa bir süre sonra dişilerin yalnızca bu özelliğe odaklanıp, erkeğin öteki özelliklerini göz ardı ettiklerine inanıyor. Böylece, kaçak bir üstün olma çevrimi başlamış olur: Binlerce kuşak sonra, tavuskuşunun kuyruğu sürekli olarak uzar ve bu eğilim özsaygılı hiç bir erkeğin görkemli bir kuyruğa sahip olmadıkça eş bulamayacağı bir noktaya ulaşır.

Daha iyi cinsel donanım arayışının talihsiz erkekleri öldürmeye yetecek sayıda düşmanı çektiği noktada, doğal ayıklama yeniden araya girerek bu süreci durdurmaya çalışır.

Abartılı özellik

Gelgelelim, Zahavi’nin öğrencilerinden biri gerçek yaşamda cinsel ayıklamanın bu denli gelip geçici heveslere dayanmadığına dikkat çekerek, dişilerin en uygun eşi bulmak için erkekleri ince eleyip sık dokuduklarını, ancak erkeğin uygun olduğuna inanması durumunda abartılı bir özelliği de yeğlediklerini belirtiyor.

Aynı görüşü paylaşan Zahavi de göze çarpan abartılı engellerin gerçekte yararlı bir yönü olduğuna, dişileri çeken bu özelliklerin aynı zamanda düşmanları ve rakip erkekleri yıldırıcı bir etki yarattığına inanıyor.

Grafen’in kuramsal matematik diline dönüştürdüğü görüşün temelini işte bu oluşturmaktaydı.

Dişilerin engelleri en uygun erkeğin seçilmesinde bir ölçüt olarak kullandıkları varsayımından yola çıkan Grafen, daha uygun olma durumunun kalıtım yoluyla geçmesinin kız evlatlara-sağladığı yararı hesapladıktan sonra, buna babalarının aptalca tavırlarını benimseyen erkek evlatların sağladığı yararı ekledi.

Tüm bu verileri özenle biraraya getirip bir örnek oluşturduğunda, engel ilkesinin zamanla daha çok yavruyla sonuçlandığına tanık oldu.

İlk andan beri görüşünden emin olan Zahavi, engel ilkesini evrenin her bir alanına taşımaya çalıştı.

İlkenin, özellikle de, başkalarını düşünme, ya da özverinin evrimsel yönüne bir açıklama getirdiğine inanıyordu. Darwinci görüşe göre, yardımseverlikle ilgili eylemlerin mantığa sığar bir yanı yoktur.

Yiyecek ya da farklı kaynakların başkalarıyla paylaşılması Darwinci uygunlukta belirgin bir azalma, vericinin yaşamda kalma ve üreme yetisini yitirmesi anlamına gelir. Böyle olunca, başkalarını düşünme duygusunun çoktan gen haritasından silinmiş olması gerekirdi. Oysa, fedakar davranış gerek insanlarda, gerekse doğada son derece yaygın.

Kimi dirimbilimciler bu garip gerçeği hısımlık (genlerinizin dörtte birini bir sonraki kuşağa aktardığı için, yeğeninize iş bulmak zorunda olduğunuz düşüncesi) ve karşılıklı yardımlaşma (sen sırtımı kaşırsan, ben de seninkini kaşırım) türü düzeneklerle açıklamaya çalıştılar.

Ne var ki, Zahavi soruna tümden farklı bir açıdan yaklaştı.

Engel gerçek olmalı

Zahavi’ye göre, bireyin kendisini sergilemesi gerçekçi olmalıydı. Bir başka deyişle, engelin gerçek bir nitelikle ilintili olması gerekiyordu. Böyle olunca, başkalarının davranışlarını yansılamak o bireyi kavramanın bir yoluydu. Zahavi gerçek anlamda özgecil bir davranışın söz konusu olamayacağı sonucuna varıyor ve özverinin bireyin kendisini sergilediği bir reklam aracı, engelleyici bir tavır olduğuna dikkat çekiyor.

Bu görüşten yola çıkarak da, kaynakların başkalarıyla paylaşılmasının aslında Darwinci uygunluğu arttırabileceği sonucuna varıyor.

Discover’in Aralık sayısında yayımlanan araştırma yazısında, ‘Engel İlkesinin’ ışığında, Fossett’in balonla dünyayı dolaşma girişimi, Ted Turner’in 1 milyar dolarlık bağışı ve benzer olaylar çok farklı bir boyut kazanıyor.

Turner, belki de ayırdında olmadan engel ilkesinin az-çoğu getirir mantığıyla yola çıkıp, böylesine yüklü bir bağışta bulunduktan sonra gerçekten de servetine servet kattı. Dahası bu davranışıyla, bir zamanlar eleştirdiği ve elisıkı bir yardımsever olarak bilinen, Bill Gates’i de etkiledi.

Gates kendi yardım örgütüne 23 milyar dolar bağışlayarak Turner’i gölgede bıraktı.

Her ikisi de şimdi ciddi bir parasal sıkıntı içinde olmakla birlikte, engel ilkesinin ters işleyen matematiğine göre, toplumsal konumları açısından eskisinden kat kat daha iyi bir durumdalar. Bu da, Darwinci uygunluk açısından son derece geçer akçe bir durum.

<>

Ölüm riski fazla olan bu sporu neden yapıyorsunuz?

3-4 yaşımdan beri serbest dalışa çok bir ilgi duyuyorum. Serbest dalışın sevdiğim yanı, sualtının suüstünden çok farklı bir yer olması, dünya üzerinde yaşayan bizler için uzaya gitmek gibi farklı bir duygu yaratması. O dünyadaki sessizlik, benim için çok ilginç.

Son yıllarda sualtında olan ilgim derinliklere olan ilgiye dönüştü. Sualtın da inanılmaz uyumlar gerçekleşiyor. Doktorlar 20 yıl önce insanın 50 metrenin altına inmesinin mümkün olmadığını söylerken, insanoğlu bunu başardı. Bu değişimler yunuslarda, balinalarda gözlenen, onların büyük derinliklere dalmalarını sağlayan değişimlerin aynısı. İnsanda varolan bu akuatık potansiyel bence doğanın olağanüstü bir mucizesi.

En ilginci de bu adaptasyonların vücutta hiçbir negatif etki yaratmaması, bu derinliklerde hiçbir fiziksel problemle karşılaşmadan insanın performans gösterebilmesi. Bu derinliklere inip tamamen kendimle başbaşa olduğum bir anı yaşayıp insanoğlunun sualtındaki yerini belirleyebilmek benim için özel bir ilgi ve motivasyon. Ayrıca tıp dünyası için de bu dalışlar araştırmaya değer ilginç bir durum yaratıyor.

Yaşamınız pahasına neden en zoru başarmaya çalışıyorsunuz?

Her sporun belli kuralları var, bu kurallara uyup, mantıklı bir şekilde kontrollü olarak yol almanız halinde riskler büyük ölçüde azaltılabilinir. 1930'dan beri serbest dalış tarihinde, bu tip bir aktivite sırasında gerçekleşen ölümcül veya sakatlayan tüm kazalar, dalgıçıların, dalma kuralına uymadan kendi başlarına dalmaları durumunda oluyor.

Benim yaptığım sporda risklerin bu kadar ön planda olmasının en büyük sebebi herkesin bir kere olsun nefes tutmaya veya 1-2 metreye dalmaya çalışmış olması ve bunun ne kadar zor olduğunu görmüş olması.

Fakat dediğim adaptasyonların gerçekleşebilmesi için önce psikolojik limitlerin aşılması gerekiyor. Bu insanların en az % 99'u için var olan bir şey. Yani insan daha fiziksel limitine yaklaşmadan, ve bu adaptasyonların başlamasına bile zaman tanımadan, psikolojik olarak nefes almanın yarattığı gerginlik ve panik durumu nedeniyle aktiviteyi sonlandırıyor. Ben bu engeli çok rahatça aşabiliyorum.

Motivasyonum ve ilgim devam ettiğı, ve de bu çalısmalar için gereken desteği bulabildiğim sürece rekorlara devam edeceğim...

Risk, daha başarılı olmanın anahtarı mı?

Nasuh Mahruki de dağ tırmanışlarında, Everest'e çıkışlarında, normal hayatın ötesinde belirli bir ölüm riskini göze alıyor. Neden?

Neden riske atılıyorsunuz?

Riske girmek yan üründür. Riske atılmayı, "Riske atılmış olmak" yaklaşımıyla ele almamak gerekiyor. Bazen yapmanız gereken işler için belli ölçüde kontrollü riske girmeniz gerekebilir. Örneğin dağcılık sporunda veya bir şirketin yönetim kademesinde verilmesi gereken herhangi bir kararda veya kariyerinizle ilgili bir kararı verirken de risk almak durumunda kalabilirsiniz.

Bütün bunlar kendi içinde belli ölçüde risklidir. Bunun sebebi daha başarılı daha iyi olmayı istemektir. Kendinize koyduğunuz hedeflere ulaşmak için kullandığınız metotlardan biridir risk. Riske girmek ana ürün değil bir yan üründür. Daha hızlı koşmak, daha başarılı olmak, daha yükseğe tırmanabilmek için kullandığınız metotlardan biri riske girmek.

Risk kişiden kişiye çok değişkenlik gösterir. Dışarıdan bakıldığında aynı işi yapan insanlarda risk faktörü aynı gibi görünebilir. Ama kişinin yetenekleriyle, bilgisiyle, tecrübesiyle bu risk faktörü çok aşağıya çekilebilir. Profesyonel dağcının Everest'e tırmanmasıyla acemi bir dağcının aynı tırmanışta üzerine alacağı risk faktörü çok farklıdır.

Biyolojik olarak riske ihtiyaç duyuyor musunuz?

Hayır duymuyorum. Ben sadece yaptığım şeyin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Bunu yaparken de bazı yöntemler risk içeriyor.

Hayatınızı riske atarak neyi elde elde etmek istiyorsunuz?

O anki hedef neyse onu. Bu bazen bir dağa tırmanmaktır, bazen birisini bir yerden kurtamaktır... O anda hangi olaya konstantre isem odur. Elbetteki doğa sporlarında da bir risk var, heyecan var ama bunu yapmamın sebebi de kuru kuruya riske girmek değildir.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!