Murathan Mungan: Yazıyı evlat edindim okurlar akraba!

Güncelleme Tarihi:

Murathan Mungan: Yazıyı evlat edindim okurlar akraba
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 10, 1997 00:00

Galiba Türkiye'deki insanların en ciddi problemlerinden biri üslupsuzluk. Sağcı da olsa, solcu da olsa, yazar da olsa, politikacı da olsa insanlar üsluplarını yitirdiler. Kişisel üslupları olmadığı gibi ortak değerleri de yok.Murathan Mungan ‘‘Paranın Cinleri'' kitabında kendi aile albümünün sayfalarını çevirdi. Biz okurlar, hem onun hayatıyla, ailesiyle, çocukluk duygularıyla tanıştık, hem de kendi geçmişimize, aile albümlerimize döndük. Kitabı okurken ara verip eski fotoğrafların arasına dalan, hatta daha cüretkar davranıp kendi ailesiyle ilgili benzer bir projeyi hayata geçirmeye kalkışan okur sayısı hiç de az değil.Paranın Cinleri'nde ailesi var; onunla çok yoğun bir aşk ilişkisi yaşadım dediği babası, Kürt sultanı babaanne Pevruze, şizofren hala Lütfüye, 17 yaşında üveyi olduğunu öğrendiği anne ve diğerleri... Şimdi koca aileden geriye, o da dahil üç kişi kalmış. Halası ve hala kızı. Ama o zaten ‘‘yazıyı evlat edindim, okurları akraba'' diyor. Sahip olduğu geçmişi ve aileyi onu bazı değerlerle erken karşılaştırdıkları için önemsiyor: ‘‘Hem daha demokrat, daha eşitlikçi, daha sınıfsız bir dünyadan yana olup da sürekli ailesinin geçmişinin soyluluğuyla övünen kişilerden biri olmak istemiyorum. Çünkü sonuçta herhangi bir ailenin çocuğu olmak rastlantısal birşey. Ben rastlantıları seçimlere, tercihlere dönüştürmeyi sevdim ve bunun izini sürdüm. Kendime seçtiğim değerleri aldım, istemediklerimi ardımda bıraktım.'' Yine de geride küsurat kalıyor. Mesela tutku ilişkisi kurduğu babasından: ‘‘Babama çok tutkundum. Dolayısıyla belki babamı paylaşmak diye bir sorunum vardı. Babamla meselemi de, ne kadar halledilebilirse, hallettim. Her erkek çocuğunun babasıyla meselesi vardır. Bu meselenin halledebildiği kadarını halleder. Her zaman bir küsurat kalır diye düşünüyorum. Ben babamla olan meselemi birazcık küsurata indirgeyebildiğim kanısındayım ya da bunu ummak istiyorum, diyelim.''GELECEĞE DÖNÜK BİRİYİMSık sık bakar mı acaba aile albümlerine? Çok sık bakmazmış: ‘‘Tam da şunu söylemek istiyorum. Ben geçmişle ilişkisi bir tür ölüsevercilikle açıklanacak biri değilim. Geçmiş benim için sürekli yakın olunması gereken bir yer değil. Bir yanıyla yitirilmiş çocukluk imgeleri dediğim şeyi seviyorum. Ama benim için tuhaf bir biçimde aslında bütün bu geçmişle ilişkime rağmen, gözleri çok geleceğe dönük biriyim. Tasavvurlarım, ütopyalarım, hayallerim geçmişe olan tutkunluğumdan çok daha güçlü.'' Zamanla kurulan ilişki, insanın hayattaki duruşuyla ne kadar da ilintili diye düşünürken ben...‘‘Çok dikkat çekmek istediğim birşey var. Kabaca ikiye ayırıyorum insanları. Bir, gözleri sadece geçmişe dönük olup geçmişte olan herşeyi çok yücelten, sevgiyle hasretle anan, dolayısıyla ne gelecek tasavvuruna sahip olabilen, ne şimdiki zamanın tadına varabilen insanlar var. Bir de bir çeşit ‘‘yanlış devrimci'' demek istediğim, herşeyi geleceğe erteleyen, bütün güzelliklerin, hayallerin, özlemlerin, gelecekteki belirsiz bir tarihte yaşanacağını umut ederek, sürekli gelecek hayalleri kuran, ya da tersine gelecekte rahat etmek için bugünü öldürerek çok çalışan insanlar var. Ben galiba bir gözüm geçmişte, bir gözüm gelecekte iken şimdiki zamanın tadını, değerini tartmaya çalışanlardanım. Bir yanıyla içinde yaşadığım zamanın ritmini ve temposunu hissetmeye çalışıyorum.''Derler ki, geçmişi özleyen insanlar, gelecekten umudunu kesmiş olanlarmış. O bundan çok emin değil: ‘‘Bilmiyorum. Başkalarını bir biçimde adlandırmak bana pek uygun düşmüyor. Anlamaya çalışıyorum. Ama hepsinin nedeninin aynı olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla sonuçları da birbirine benzemiyordur. Tabii ki şöyle birşey de var. Geçmişin bu kadar hoyratça kullanıldığı, bu kadar reddedildiği, kirletildiği bir ülkede bu da önemli birşey. Ben nedenleri ne olursa olsun uygun bir tutum öneriyorum yalnızca. En azından kendim için böyle bir tutumun ardındayım. Ben geçmişin diriltelemeyeceğini bilenlerdenim, ama geçmişin değerinin verilmesini istiyorum. Ben açıkçası geçmişte yitirilen bazı soylu değerleri bazı soylu tutumları, incelikleri, zarafetleri çok önemsiyorum.''YAZDIKLARIM CESUR İNSANLARABen yine de dayanamayıp umut şiirleri antolojisinde şiirlerini göremediğimi söylüyorum. ‘‘Onları, o antolojileri hazırlayanlara sormak lazım'' diyor. Onun umut ve umutsuzluk sözcükleriyle olan ilişkisi Türkiye'deki genel geçer algıların dışında: ‘‘Ben kalbin bütün duygularını göze alabilen insanlar için yazıyorum. Kalbin bütün duyguları, gövdenin bütün imkanları, varlığınızın bütün cepheleri derken hepsinde ortak olan şey; cesaret. Çoğu kez ortada umut diye bağıran insanların aslında özlerinde çok umutsuz insanlar olduklarını düşünüyorum. Karamsarlıklara rağmen umutlu olabilmek daha önemli. Mutluluk ya da mutsuzluk gibi kavramlara fazla takılmamalı. Elbette mutlu olmak istiyorum. Benim mutlu olmak gibi bir amacım var hayatta. Ama bu mutsuzlukları göze almadan, hesap etmeden bunların riskini almadan yaşanacak şeyler değil. Tıpkı bir daha aşk acısı çekmemek için insanın aşık olabilecek yerlerini yoketmesine benziyor. Benim hiç böyle şeylerle ilişkim yok. İnsanın kendinden ne yapmak istediği önemlidir. Ben kendime bu soruyu soruyorum. Ben kendimden ne yapmak istiyorum? Böyle çıktığınız zaman, geçmiş ya da gelecek zamanla olan ilişkiniz güzeldir. Ya da insanın çeşitli duyguları, ruh halleri ile başedebilmek ve bunları yaşamak konusunda bir üslup ediniyorsunuz. Ben üslubun derdindeyim. Yazıda da hayatta da. Galiba Türkiye'deki insanların en ciddi problemlerinden biri üslupsuzluğu. Sağcı da olsa solcu da olsa, yazar da olsa, politikacı da olsa insanlar üsluplarını yitirdiler. Kişisel üslupları olmadığı gibi ortak değerleri de yok. Belki de kitabımda babaannemle olan ilişkimi anlattığım bölümde, değerler meselesi bu anlamda önem taşıyor.'' Pevruze Babaanne dermiş ki, önemli olan düşmanlara karşı da soylu davranabilmektir. ‘‘Ben kalbin gözünü, kalbin elini önemsiyorum. Belki de benim şansım bu anlamda iyi bir melez olmam. İyi bir melezseniz hem geçmişi hem geleceği hem de şimdiki zamanı kendinizde harmanlayabiliyorsunuz.''Kitabına dairParanın Cinleri, benim açımdan iki farklı önem taşıyor. Bugüne kadar yazarlığımda hep olduğu gibi aslında yaşantısal malzemeden yola çıkarken aynı zamanda bütün yaşantısal malzemeyi bir yazı nesnesi olarak görüp bundan bir tür mimari proje üretmek. Fakat yazdıklarımın şiddeti, sahiciliği, kanırtıcılığı işin teknik kısmının görünmesini o kadar engelliyor ki, her kitabımda böyle küçük bir haksızlıkla karşı karşıya kalmış hissediyorum kendimi. Teknik olarak yaptığım şey, mimari projesi genellikle görünmüyor, atlanıyor. Bu aynı zamanda güzel birşey çünkü yazdığınızın ne kadar çok hayata benzediği ortaya çıkıyor. Ya da yazdıklarımın insanlarda bıraktığı etki, o dipteki temel yapının görülmesini bir ölçüde engelliyor. Buna bir örnek vereyim: Bu kitabın en zor yanı bitişiydi. Öyle bir dünya açıyorsunuz ki insanların önüne, kapıyı nasıl kapatacaksınız? Herhangi bir şekilde kapatamazdım, o zaman kurduğum bütün yapı çökerdi. Yapmaya çalıştığım ağır ve kuvvetli bir kapının bütün kitabın üstüne kapanmasıydı. Bu yüzden kitapta beni en çok yoran ‘‘gizli ben'' metni olmuştur. Bir anlamda da bütün yaşantısal malzemeyi kurmacaya çeken, yaratıcılığa çeken bir yanı oldu.Hem birbiriyle ilintili olan metinler kurmak istiyordum. Hep de şunu söylüyorum. Mesela kitabın ismini değiştirsek, yazana da Meksikalı bir ad versek ve bunu roman diye çıkarsak da okunabilmeli diye düşünüyordum. Böyle bir işlemden geçirdiğimiz zaman bu kitap bir okura bir Meksika romanı tadı veriyorsa ben amacıma ulaşmış olacaktım. Bende iz bırakan, beni çizen, yılların bende derinleştirdiği bazı anılardan yola çıkarak böyle bir kitap çıktı ortaya. Aksi halde, insanlara bana ne senin çocukluğundan, ailenden, aile albümünden dedirtebilir. Galiba asıl işin önemli yanı bunu başkalarının başlarına paylaştırabilme. Sanki onların başından da böyle şeyler geçmiş gibi hissettirme. Hatta benzer duyguları uyandırma
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!