Televizyon işi Shyamalan’ı korkuttu

Güncelleme Tarihi:

Televizyon işi Shyamalan’ı korkuttu
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 15, 2015 11:19

6. His, İşaretler, Son Hava Bükücü gibi filmlerin ünlü yönetmeni M. Night Shyamalan’ın ilk televizyon dizisi Wayward Pines, dün 125 ülkeyle aynı anda Türkiye izleyicisiyle FX ekranlarında buluştu. Bir ay önce yapılan dizinin Londra prömiyerinde Hürriyet Kelebek de vardı. Shyamalan’la Melike Karakartal konuştu...

Haberin Devamı

Son yıllarda başarılı yönetmen ve oyuncuların televizyon dünyasının içine çekildiğini görüyoruz, bunun sebebi nedir?
Televizyon dizilerinin altın çağını yaşadığı bir dönemdeyiz. Oyuncular, yönetmenler, en iyi performans gösterebilecekleri ve en çok izleyiciye ulaşabilecekleri platformlara yönelirler, bu şimdi televizyon. Sinema endüstrisi bugün iki kola ayrılmış durumda, birincisi çizgi romanların sinemaya uyarlandığı franchise filmler, diğer kol ise daha küçük bütçeli filmler. Televizyonda ise durum daha farklı, daha çeşitli diyebiliriz. Herkesin kendi hikaye anlatma tarzına alan tanıyan daha esnek bir alan. Breaking Bad, Mad Men, Game of Thrones, Sopranos, House of Cards, Homeland... Tüm bunlar birbirlerinden yapı olarak farklı diziler ama hepsinde ortak olarak yüksek düzeyde oyunculuk, performans, yüksek düzeyde yazarlık var ve ortaya müthiş işler çıkıyor. Televizyon için harika bir dönemdeyiz.

Televizyon işi Shyamalan’ı korkuttu

Haberin Devamı

Televizyon için bir dizi çekme fikri Wayward Pines ile mi gündeminize girdi?
Hayır, Wayward Pines’dan çok önce gündemimde olan bir konuydu. Dört yıl önce ilk defa televizyon için iş yapmayı düşündüm fakat bugüne kadar bana doğru gelen bir projeyle karşılaşmadım. Bu dört sene içinde bana sunulan pek çok proje oldu, bazılarında projenin en başında vazgeçtim, bazen stüdyoyla görüşme evresine geldikten sonra ama... Hiçbiri için “Evet, işte bu” diyemedim. Bir süre sonra öyle bir noktaya geldim ki, televizyon için hiç iş yapamayacağımı düşünür oldum. Motivasyonum düştü. İşte tam o anda Wayward Pines söz konusu oldu. Senaryoyu okudum ve hemen “Bunu kesinlikle yapmalıyım” dedim. Neredeyse iki gün içinde çalışmaya başladık. Hikaye, senaryo müthişti, dolayısıyla benim için kolay bir “Evet”ti.

HİKAYENİN TUHAF BİR ESPRİ ANLAYIŞI VAR

Hikayenin çekici gelen tarafı size “İşte bu” dedirten yönü neydi?
Hikayenin üç özelliği bunu dedirtti, birincisi sahip olduğu, pilot bölümde de göreceğiniz tuhaf espri anlayışı. İkincisi, hikayede elinizde bir sürü ipucu var. Hatta hepsi önünüzde duruyor. Bu hikayeyi yazan kişi, yani Blake Crouch, ne yaptığının farkında ama siz okuyucu olarak, işin sonunun nereye varacağını bir türlü kestiremiyorsunuz. Bu gizem beni heyecanlandırdı. Üçüncüsü ise, hikaye örgüsü beni bambaşka şekilde düşünmeye ve değerlendirmeye itiyor. Bu da heyecan verici.

Televizyon işi Shyamalan’ı korkuttu

Haberin Devamı

Blake Crouch’un hikaye anlatış şekliyle sizinkinin birbirine benzediğini düşünüyor musunuz?
Evet, kesinlikle. Senaryoyu okuduğunda “Şu sahneyi nasıl canlandırırım” diye düşünmedim, zaten tam olarak benim düşüneceğim şekliyle orada duruyordu! Kendi filmlerimde gördüğüm hisle karşılaştım hikayede. “Bunu nasıl yapacağımı görebiliyorum” dedim.

Bir film yönetmeni olarak ilk defa televizyon işi yapmak sizi korkutuyor mu?
Evet. Öncelikle ilk defa kendi yazmadığım bir yapımı yönettim, bu, korkutucuydu. Televizyon, her şeyin sorumluluğunu sizin alacağınız bir mecra değil. 10 bölümden bahsediyoruz, film gibi düşünmemek gerekir. Bu işe iki yılımı ayırıp tüm bölümleri yönetebilirdim, ancak buradaki pratiğimin bu olduğunu düşünmüyorum. Bu seferki pratiğim, yetenekli yönetmenlerle, yetenekli yazarlarla, yetenekli prodüktörlerle çalışmayı öğrenerek Wayward Pines’ın şu anda sahip olduğu o müthiş tonu yakalamaktı. Bu da benim için iyi bir mücadele oldu. Bugüne kadar hep kendi kum havuzunda kendi oyununu yaratan ve oynayan çocuk oldum. Kendi filmlerimi yazdım, yönettim. Bu seferki ise benim için yepyeni bir deneyimdi ve bu deneyimi çok sevdim.

Televizyon işi Shyamalan’ı korkuttu


SİZİ TELEFONLA DEFALARCA ARAYAN O KİŞİYİ BULUP ÇIKARACAĞIM!

Haberin Devamı

Filmlerinizden pek iyi bildiğimiz üzere, belirgin bir sinema diliniz var, dizide de karşımıza çıkıyor bu dil. Gizem yaratmak sizin için neden bu kadar çekici?
Bir esrar perdesi yaratarak daha sonra o perdeyi kaldırmayı, sizin arkada olduğunuz bir resim oluşturmayı seviyorum. Şimdi burada biz konuşurken telefon çalıyor diyelim. Biri ısrarla sizi arıyor ama cevap veremiyorsunuz. Giderek tansiyon yükseliyor, meraklanıyorsunuz, korkuyorsunuz, bir sorun olduğunu hissediyorsunuz. Bu, bir filmin başlangıcı olarak güzel fikir. İzleyici sizi henüz tanımıyor ama ortada bir sorun olduğunu biliyor. Belki biri sizi takip ediyor, belki de yanlış bir şey yaptınız... Siz bir gazetecisiniz ancak belki de başka bir şeyler dönüyor. Bu, benim hikayeyi anlatma dilim. Böyle çözülmelerden hoşlanıyorum. Yazmanın en eğlenceli kısımlarından biri bu işte... Az önce sizinle ilgili bir sahne yazdım ve o gizemi yaratan, sizi telefonla defalarca arayan, mesajlarla “Ara beni... Ara beni...” diyen kişinin kim olduğunu bulup çıkaracağım.

Korku, gizem, bilinmezlik içeren hikayeleri neden bu kadar çok seviyoruz? Temel dürtülerden birini kaşıdığı için mi?
Şu gerçeği düşünmeyi seviyorum: Bir şeyleri bilmiyor olabileceğimizle yüzleşmek. Bilinmeyenle yüzleşmek. Bilinmeyenden korkarız, insanlar bu sebepten ötürü inanca sığınırlar. “Bilinmezlikten korkuyorum, peki bununla nasıl başa çıkacağım?” der, inancında bilinmezliğe dair yanıtlar ve güven bulur, rahatlarlar. Cevap almak için bilinmezlikle ilgili konuşmaktan hoşlanırız, bilinmeyenle ilgili konuları çekici buluruz, bilim kurgu, korku, veya gizem dolu, doğaüstü konulara karşı bu yüzden çekim hissederiz.

Televizyon işi Shyamalan’ı korkuttu

Haberin Devamı

ŞU SIRALAR KORKU FİLMİ ÜZERİNDE ÇALIŞIYORUM

Film çekmekle dizi çekmek birbirinden ne kadar farklı? Matematik değişiyor mu?
Dizi yaparken, film yapımcılığına dair de pek çok şey öğrendim, özellikle hikaye yapısına, televizyon için hikaye anlatmaya dair.... Televizyonda daha çok analiz yapmak zorundasınız. Televizyondaki hikaye yapısında, mesela reklamdan önce önemli bir yerde bırakma hali gibi durumların beni çok boğacağını düşünüyordum ancak bu olmadı. Dizide, karakterleri bir biçimde sevmeniz lazımdır, bu bir filmde veya dizideki en önemli konulardan biridir. Bir filmde bunun için çok kısa zamanınız vardır ancak dizide karakterleri genişçe işleyebilirsiniz. Karakterleri anlatmak için bu kadar zamana sahip olmaktan çok hoşlandım.

Haberin Devamı

ELEŞTİRİYE YANIT VERMEK SANATÇININ EGOSUYLA İLGİLİ

Filmlerinizle bugüne dek hem çok eleştirildiniz, hem de çok övüldünüz. Okların hedefindeki kişi olarak, bu iki yoğun duygu arasında çalışmak yaratıcı bir insan için nasıl bir süreçtir? Eleştirilere göre yolunuzu çizdiğiniz hiç oldu mu?
Üzerinde çalışmam gereken duygu, duyduklarıma verdiğim insani tepkiler değil. Odaklanmam gereken konu, benimle yazdığım karakterler arasındaki ilişki. Bu da kendimi değil, karakterleri dinlemem gerektiği anlamına geliyor. Benim ne istediğim veya beni güvenli sularda yüzdürecek olan seçimler önemli değil. Yazdığınız herhangi bir karakterle, -bu yaşlı bir kadın olabilir, bir çocuk olabilir, boşanmış bir kadın olabilir- gerçek bağ kurduğunuzda, empati yapmayı başardığınızda, onların hizmetinde, onların sesi oluyorsunuz. Onların sesi olabilmek, onları hakkıyla konuşturabilmek, işi sanat yapan tek aşama. Eleştirilere tepki göstermek, tamamen sanatçının egosuyla ilgilidir, gerçek bir sanatçı, eleştiriye gösterdiği duygusal tepkiyle vakit geçirmemeli. Elbette bunu yapmak çok zor. Fakat kendinizi bu rüzgara kaptırdığınızda, sizi içinde olduğunuz dünyadan çıkarıp, sanattan uzaklaştırıp başka bir yere savurur. Eleştiri, endişeniz olmamalı. Endişeniz, şu olmalı: Ben, bu karakterin söylemek istediklerini hakkıyla söyletebildim mi? Eğer onun sesi olamadıysanız... İşte bu sizi hayatınızın sonuna kadar rahatsız eder. Karakterin söylemek istediklerini hakkıyla söyletemediyseniz, kendi egonuzun ve duygularınızın işinizi perdelemesine müsaade etmişsiniz demektir.

Televizyon işi Shyamalan’ı korkuttu


BENİM İÇİN BAŞARI İMKANSIZ GÖRÜNÜYORDU

Kökleriniz Hindistan’da, hayatınız Amerika’da, farklı ülkelerde büyüdünüz. Sizinki, kültürel açıdan hayli renkli bir hayat olmalı. Hayatı farklı kültürlerin gözlerinden görebildiğinizi düşünüyor musunuz?
Kesinlikle. Bu benim için servet değerinde. Ebeveynleri Londra’da, Malezya’da, Singapur’da yaşamış Hintli bir çocuk, mülteci bir aile... Hollywood’dan uzakta ama film yapmak isteyen bir çocuk. Ancak ironi yapar, “İyi şanslar” dilersiniz. Böyle bir durumda başarı imkansız görünse de, fakat farklı kültürleri içinde barındırıyor, onları iyi tanıyor olmak, sizi diğerlerinden ayıran özelliğiniz olabilir. Filmlerimde her zaman çok kültürlü bir atmosfer söz konusudur, bu benim “gündemim” olduğu için değil, bu, tamamen benim kim olduğumla ilgili. Ruhani konuların hayatın tam ortasında olduğu bir Hint kültüründen geliyorum, Latin Amerika’nın hayalperestliğine sahibim, dindar bir Hindu ailenin içinde büyüdüm ama Katolik okuluna gittim ve tüm bunlar filmlerde bir biçimde felsefi olarak kendine yer ediyor ve dünyanın farklı yerlerinde yaşayan izleyicilerde farklı yansımaları oluyor. Filmlerdeki tonum Amerika’dan ziyade Avrupa izleyicisine daha çok hitap eder mesela, bu da severek ve izleyerek büyüdüğüm filmlerin yapısından kaynaklanır. Estetik konusunda minimalist yaklaşımım vardır, bu da Uzakdoğu kültürünün etkisidir. Dolayısıyla ortaya bir “patchwork” çıkıyor.

Peki ajandanızda son olarak ne var?
Yeni filmim “The Visit” Eylül’de vizyonda olacak. Buna ilave olarak şimdi bir korku filmi üzerinde çalışıyorum.

BAKMADAN GEÇME!