Bu kitapta abimle yaşadıklarımızın ağır izleri var

Güncelleme Tarihi:

Bu kitapta abimle yaşadıklarımızın ağır izleri var
Oluşturulma Tarihi: Kasım 24, 2018 08:30

İsmail Güzelsoy, yeni kitabı ‘Süslü Hatıralar Sahnesi’nde kardeşliğin dokunulmaz ve mahrem yaralarını açıyor. Kısmen kendisini de anlattığı kitapta biri ne yaparsa, diğeri de onun izinden giden hatta aynı kadınlara âşık olan iki kardeşin hazin hikâyesini okuyacaksınız.

Haberin Devamı

Anlattığınız sizin hikâyeniz mi?
- Kısmen... Bu romanı yazarken farklı bir teknik denemek istedim. ‘Masalsı bir çatı altına otobiyografik unsurlar yerleştirmek’ şeklinde özetleyebilirim.
◊ Hangisi sizsiniz; Recep mi yoksa Erdal mı?
- Sürekli yer değiştirdim. Yani romanın da ruhuna uygun bir oyun keşfettim diyebilirim. Bazen Recep oldum, bazen Erdal. Bazı yerlerde benden üç yaş büyük abimle yaşadığımız şeylerin ağır izleri var.
◊ Nasıl başladı bu hikâye?
- Özellikle beş yıl önce abimi kaybettikten sonra, insanın bir yanının ölenlerle gömüldüğünü ama aynı şekilde kaybolduğunu zannettiği bazı şeylerin can kazandığını gördüm. Onunla yaşadığım uzun, naif çocukluğun izleri giderek daha çok belirginleşir oldu. Öyle ilginç ki, yarım yüzyıla yaklaşan bir olayı, sanki iki gün önce olmuşçasına hatırladığımı fark ettim. Ben otobiyografi yazabilen biri değilim. Bu kez farklı bir şey denemek istedim. Öyle bir kurgu olsun ki, içinde ben de abim de eriyip gidebilelim. Bazı romanlar gelip kendilerini size yazdırıverir. Onların kâtibi olursunuz. Bu roman kapıma dayandı bir bakıma.
◊ Sizin sorunuzu size sormak istiyorum: Kardeşlik sadece aynı anne-babaya sahip olmaktan mı geçer?
- Biyolojik kardeşlik tabii ki önemlidir ama biyolojik aidiyetlerden daha değerli ilişkiler keşfetmek bizi inceltir. İnsanların doğuştan getirdiği hiçbir özellik onları yargılamaya, aşağılamaya, yüceltmeye vesile olmamalı değil mi? İşte kardeşliği yalnızca aynı ebeveynden doğmaya indirgerseniz farkında olmadan bu hatayı yaparsınız. Doğuştan gelen bir bağı, seçilmiş ilişkilerden üstün tutmak çok çok mikro ölçekte bir şoven davranış gibi geliyor bana. Kardeşlik irsi değil, inşa edilen ve zenginleştiren bir çatıdır.
Babam CHP’ye küsünce ‘İsmet’ ismini anmadı
◊ Bir noktadan sonra Recep ve Erdal tek bir varlık gibi görünmeye başlıyor, hatta ‘Erre’ diye çağrılıyorlar. Kendileri de ayrı ayrı kimseler olmak istemiyorlar. Bu ilişkiyi tanımlasanız... Arızalı bir kardeşlik durumu olduğunu söyleyebilir misiniz?
- Elbette. Romanda Ahund Dede’ye atfedilen bu ortak isim hikâyesi gerçektir ama babamızın yaptığı bir oyundu bu. Sürekli tek bir isimle çağırırdı bizi. Babam sıkı bir CHP’liymiş vaktiyle. Abime İnönü’den esinle İsmet adını koymuş. 60 ihtilalinden sonra da CHP’den kopmuş ve çocuğuna o ismi koyduğuna pişman olmuş. Bu yüzden de o ismi asla zikretmedi, bir tür küskünlüğün ifadesiydi. İkimize birden ‘Tiso’ derdi. İsmet’in ‘t’sini alıp İsmail’in ‘İso’ olarak kısaltmasının başına ekliyordu sanıyorum. Bu da çok erken yaşlarda bir kimlik karmaşasına yol açmıştı bizde. “Tiso şu gazeteyi getir” derdi ve biz hangimize seslendiğini bilemezdik. “Hadisene oğlum, sana söylüyor” faslı başlardı. Yani romanda anlatılan ‘Erre’ vakası gerçektir. ‘Tiso’ yerine ‘Erre’ ismini seçme nedenim, tersten de aynı şekilde okunabilmesi. Ayna gibi kendini yansıtabilen bir isim olmalıydı.
◊ Kitapta “Her yazara yazma serüveni sorulur ama hiçbir zaman bu soruya doğru cevap vermeye kalkışmadım” diyen siz misiniz?
- Ben değilim aslında. Yazma maceramın nasıl başladığını çok iyi hatırlıyorum ve bunu daha önce defalarca anlattım, kafa ütülemeyeyim. Bir daha anlatırım ama bana asla güvenmeyeceksiniz zaten. Bana güvenirseniz, yazdığım romana güvenmemiş olduğunuz için yine yalancı çıkacağım. İyisi mi şansımı zorlamayayım...
◊ Recep, Filiz’e âşık olunca Erdal da âşık olduğunu sanıyor. Bu oldu mu gerçekten?
- Birkaç kez..

Bu kitapta abimle yaşadıklarımızın ağır izleri var

.Kardeşliğin yarası, incinmiş bir annedir
◊ Erdal, ‘Bakırköy’e yatırıldıktan sonra “Yemin ederim Erdal’ın ölmesini isterdim” gibi bir cümlesi var Recep’in. Bunu dedirten nedir?
- Adını unuttuğum bir film izlemiştim. Bağışlayın ama hafızam iyi olsa da bu türden önemli ayrıntıları unutuyorum işte. Hindistan yapımı bir filmdi. Adam omurilik felçli, hayatının büyük bölümünü öyle yaşamış. Ötanazi hakkı için dava açmış. Duruşmasında annesi çıkar hâkim karşısına ve gözyaşları içinde, “Oğlumu kurtarın” der. İşte bu da beni sarsan bir hikâye. Bir anne, oğlunun ölmesini neden ister? Üzerine çok kafa yordum sonraları. Öyle bir durumda çocuğunun acı çekerek var olmasının ne büyük bir bencillik olduğunu fark ediyor kadın. Benim hikâyemde de Recep aynı şeyi söylüyor aslında. Kardeşinin acı çekmesinden, dermansız bir derdin pençesinde kıvranmasındansa ölmesini istiyor. Ya da öyle sanıyor diyelim.
◊ Buradaki kardeşliğin yarası nerede?
- Neyi sorduğunuzu anlıyorum. Bütün bunların gerisinde bir annenin dramı var değil mi? Anneyi tıpkı hayatta durduğuna benzer bir yere koydum romanda da. Hem hayatın, şefkatin, güzelliğin kaynağı; hem geride, sisli bir zeminde soluklaşan bir varlık. Anne tam olarak böyle bir mistik deneyim değil midir aslında? Kardeşliğin yarası, incinmiş bir annedir tabii ki. İncinmesine karşı hiçbir şey yapılamamış. Erdal’ı aynaya düşüren, babasının karşısına dikilemeyişi... Annesine kolye yapmasının nedeni de bu olamaz mı? Aynaya bakarken, “Sen nasıl bir insansın, annene sahip çıkamıyorsun?” diyor olamaz mı? Annesinin yazgısına karşı direnemeyen her çocuk o yazgının bir sonraki bölümünü yaşamak zorunda kalıyor galiba. Ne dersiniz?

BAKMADAN GEÇME!