Frapan dünyaları seviyorum

Güncelleme Tarihi:

Frapan dünyaları seviyorum
Oluşturulma Tarihi: Haziran 21, 1998 00:00

Haberin Devamı

Erol Atar'a değen; ünsüzse ünlü, muhalefetse iktidar oluyor, matsa parlıyor. İnanmayan magazin dergilerinin kapaklarına, geçtiğimiz on yılın seçim sonuçlarını baksın. Özal ona fotoğraf çektirdi Cumhurbaşkanı oldu, 91 genel seçimlerinde Demirel'in ‘‘değişimini’’ o fotoğrafladı, DYP iktidara geldi. Bu efsane öyle yayıldı ki, politikacılar Erol Atar'a çektirdikleri fotoğraflarına, parti programlarından daha çok güveniyorlar. Ve şimdi Stüdyo Erol'un duvarlarını süslüyorlar.

‘‘Ben şanslıyım maşallah. Zaten herşeyden önce şansın, kısmetin olacak. Benden çok daha iyi fotoğrafçılar vardır mutlaka. Ama bende de onlarda olmayan birşeyler var. Onun ne olduğunu anlatamıyorum.’’ Hikayenin en başına döndüğünüzde, mutlaka bir tesadüfle karşılaşıyorsunuz. Bu, iyi bir tesadüfse adına ‘‘şans’’ deniyor, kötü tesadüfler zaten hatırlanmıyor. Erol Atar, Allah için şanslı adam. Ya da şöyle diyelim; hepimiz kadar şanslı da, şansını kullanmayı biliyor. Hatta daha da ileri gidelim; adı Erol Atar olduğu için hikayesi de süslü püslü oluyor. Sonuçta Zeki Müren'in fotoğrafını çeken her fotoğrafçı ünlü ve zengin olmadı ya!

Erol Atar, orta halli bir ailenin ilk çocuğu. Babası kendi halinde bir fotoğrafçı. Annesi ev hanımı. Köklerinin İzmir'e dayandığını söylüyor, ama çocukluğu Ankara'da geçmiş. Çocukluğunda şımartılmış ve iyi bakılmış. Fotoğrafçılıkla lise yıllarında ‘‘mecburen’’ tanışmış: ‘‘Benim bildiğim fotoğrafçılık iki türlü yapılıyordu o zamanlar; ya düğün salonlarında düğün fotoğrafları ya da stüdyoda vesikalık çekiyordunuz. Babamın üç stüdyosu vardı. O felç geçirince, patron koltuğuna istemeye istemeye oturmak zorunda kaldım.’’ Fotoğrafçılığı istemez, ama ne istediğini de bilmez. Çeşitli artistik faaliyetlerin peşinden koşar. Bir süre Ankara Sanat Tiyatrosu'na takılır. Burada kulis fotoğrafları çekmeye başlar: ‘‘Farklı açılardan değişik ışıklarla çekiyordum. İşlerim herkese enteresan geliyordu. Böyle böyle ısınmaya başladım işime.’’

Sanat dünyasından çektiği ilk fotoğraf, küçük gazinolarda şarkı söyleyen Kamuran Mengü'nünkiler. Türkan Şoray'ı andıran, takma kirpikli bu esmer güzeli kadın, vesikalık çektirmek üzere Erol'a gelir. Ama o vesikalıkla yetinmez ve Mengü'nün değişik fotoğraflarını çeker. Bu fotoğraflar beğenilip afiş yapılınca, sanatçıların fotoğrafçısı olma yolunda ilk adım atılmış olur. Ve bir gün... ‘‘Paris Kuaför Hakkı diye bir ağabeyimiz vardı. Bir gün, pazar günü stüdyoyu açar mısın dedi. Kim gelecek dedim, sürpriz dedi. Kalfaları çağırdım, şimdi asistan deniyor onlara. Ben düğün filan diye düşünüyorum. Bir de baktım Zeki Müren geldi.’’ Eli ayağı birbirine dolaşarak çektiği fotoğraflar gazetelerde çarşaf çarşaf yayınlanınca Atar'ın ünü etrafa yayılır. Zeki Müren, sanatçı dostlarını genç fotoğrafçıya göndermeye başlar. Bu arada profesyonellik dersleri verir: ‘‘Çektiğim fotoğrafların bir kenarına kalemle Erol yazıyordum. O da silinip gidiyordu. Zeki Bey, profesyonel olmak istiyorsan gidip bir ressama Erol diye amblem yaptır, onu çektiğin fotoğraflara yapıştır dedi. Bugün hala kullandığım Erol logosu, işte o ilk yaptırdığım logo.’’

Taşrada ünlü olan biri ne yapar? Şansını denemek, büyük denizde yüzmek üzere İstanbul'a gelir. Bundan 16 sene önce Erol da, Osmanbey'de, ‘‘herkesin emlakçısı’’ Müjde Ar'ın ön ayak olmasıyla bir stüdyo kiralar. Bugün hala aynı yerde çalışıyor: ‘‘Üzerimde kırmızı mont, kırmızı converse ayakkabılar vardı. Şakır şakır yağmur yağıyordu, sıçan gibi ıslanmıştım. Ev sahibi başta pek güvenemedi, ama sonra daireyi kiraladı.’’ Zeki Müren'den sonra hayatını değiştiren ikinci isim, Turgut Özal olur. Onun fotoğraflarını çektikten sonra politikacılarda da tıpkı sanatçılar gibi bir Erol Atar saplantısı başlar.

Erol Atar, ruhunun frapan olduğunu söylüyor: ‘‘Süslü kadınlara, takma kirpiklere, güzel şeylere meraklıydım küçüklüğümden beri. Fotoğrafçı olmasaydım belki terzi olurdum, ya da kuaför. Tabii, frapanlığı, süsü, ihtişamı seviyorum. Bir açılış bir davet bile olsa orada bir görkem istiyorum. Çünkü o gün özellikli bir gün. Ben hiç bir şey yapamasam da, Folies Bergeres tarzı revüler var ya, oralarda perde açarım. Razıyım, yeter ki o ortamda olayım. Gözüm renk görsün, şıklık görsün.’’

Erol Atar, başkalarının bir kere görmek için can attıkları kadınların, ‘‘meslek icabı’’ memelerini, popolarını gören, hatta poz verdirirken onlara dokunan bir adam. Ama bu stüdyoda askeri yönetim uygulamasını engellemiyor. Çekime başlamadan, anne, menajer, sevgili, koca, çoluk çocuk hepsini kovuyor, çünkü çalışmak için konsantrasyona ihtiyacı var. Sanatçıları iyi tanıdığını düşünüyor: ‘‘Sanatçılar tatminsiz insanlar. Sizin Mercedes'iniz varken Doğan araba hediye ederlerse bu sizi kesmez. Onlar alkış, ilgi, para görüyorlar. Hep bir üstünü istiyorlar. Aşağı katta oturan insanın, bir maaşı, bir kocası, bir mutlu yuvası var. Ama, bunlar Ayşe Hanım gibi evli olmak, Ajda Pekkan gibi de star yaşamak istiyorlar. İkisi bir arada olmuyor. Herşeyin bir bedeli var. Bir şeyleri yıka yıka öbürünü elde ediyorsun.’’

O da bedel ödemiş. Şimdi ünlü, zengin ama artık eskisi gibi masum aşklar yaşayamıyor: ‘‘Hep aynı potada, aynı niyette insanlar. Hep bir hesapla yaklaşıyorlar. Eskiden öyle değildi, çünkü benden alacağı bir şey yoktu. Şimdi ne koparırım diye düşünüyorlar, bu da bana biraz salak geliyor. Tabii ki bir şeyler koparacak. Tabii ki ben de salak değilim. Ben ne yaşıyorsam sana da onu yaşatacağım ama, o kuş kafasıyla beni kazıklayacak hali yok. Gittim tur attım geri geldim ben. Bir bak kiminle boks ediyorsun?’’ Bütün bu sözlerin müsebebbibi, üç sene önce Atar'ın canını yakan bir eski sevgili. O günden beri de ‘‘ciddi’’ ilişki yaşamadığını söylüyor. Artık mutluluğu insanda aramamaya karar vermiş.

Aslında o da herkes gibi ‘‘mutluluk avında’’. Bir sevgilisi olsun, birbirlerini çok sevsinler, sevgilisine naz yapsın, kapris yapsın, şımarsın istiyor. Ama biri çıkıp da pabucunu ters giydirmezse bu istekleri için çaba göstermeye pek niyetli değil: ‘‘Ben dünyaya kendim için yaşamaya geldim. Biraz egoistçe bir düşünce, ama hayatın tadını sonuna kadar çıkarıyorum. Canım ne istiyorsa onu yapıyorum. Her türlü ilişkide patron benim diyorum. Böyle iyi gidiyor herşey.’’

‘‘Ben de istiyorum, bana iltifatlar edilsin, kaprisler yapayım, şımartılayım. Sevgilim bana, o kadar çok insan seni takdir ediyor ki, benim söylememe ne gerek var diyor. Ama ben ondan bekliyorum. İnsan duydukça daha çok duymak istiyor.’’

Erol Atar'ın çocukluğu Ankara'da geçti. Fotoğrafçılığa heves etmiyordu, ama babası felç geçirince, işi sahipsiz bırakamadı. Kendini stüdyonun patron koltuğunda bulduğunda lise iki öğrencisiydi. Sevmeye sevmeye başladığı fotoğrafçılık, ona yalnızca para değil şöhret de getirdi.

Çocukluğunda baleye gitmiş, çocuk maması reklamlarına çıkmış. Şık ve frapan şeyleri hep sevdiğini söylüyor. Takma kirpikler, parlak perdeler, kabarık giysiler... Küçüklüğünden beri eğiliminin bu yönde olduğunu düşünüyor. Zaten fotoğrafçı olmasaymış, ya terzi olurmuş ya da kuaför.

‘‘Orta halli fotoğrafçı bir ailenin, iyi bakılan, şımartılan ilk evladı’’ diye betimliyor çocukluk yıllarını. Kendinden iki yaş küçük bir kız kardeşi var.

Erol Atar, masum sevgilerin geçmişte, mesela yukarıdaki fotoğrafın çekildiği yıllarda kaldığını söylüyor: ‘‘Şimdi bana yaklaşanlar ne koparabilirim hesabı yapıyor. Ben yer miyim bunları?’’

Turgut Özal, fotoğrafını çektiği ilk politikacı. Politikacılar, uğuruna inanıyor olsalar gerek, parti programlarından çok Erol Atar'ın çektiği fotoğraflara güveniyorlar.

Zeki Müren'in fotoğraflarını çekmesini hayatının ilk dönemeci olarak görüyor. Ondan sonraki olaylar hızlı gelişmiş: Ankara'dan İstanbul'a geliş, sanat dünyasının içine giriş ve para, pul, şöhret.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!