Dört ülkeden yılbaşı alternatifleri

Güncelleme Tarihi:

Dört ülkeden yılbaşı alternatifleri
Oluşturulma Tarihi: Aralık 21, 2009 11:33

Aslında yeni yıl geceleri dünyanın birçok yerinde sönük geçer. Çünkü Hıristiyan dünyasında Noel’i kutlamak daha önemlidir.

Haberin Devamı

Mehmet YAŞİN
 
Ama gezmek, bir yerlere gitmek için her zaman bir bahane gerekir. Bu hafta, yeni yılı bahane edip kaçış planları düzenleyenlere bazı önerilerim olacak. Seçtiğim adreslerin sizi mutlu edeceğini umuyorum. Yeni yılı karşılarken bir kadeh de bana kaldırırsanız mutlu olurum.

İRLANDA
Dublin’in kapıları isyanın rengi barları edebiyatçıların ilham perisi

Dublin’i hayal edebilmeniz için Heinrich Böll’ün, “İrlanda Güncesi” adlı kitabında onun kentle karşılaşmasını okumanız lazım:
“Sabah güneşi beyaz badanalı evleri ağır ağır pusun içinden çekip aldı, bir deniz feneri gemiye karşı kırmızı-beyaz parladı, gemi ağır ağır soluyarak Dun Laoghaure Limanı’na girdi. Martılar gemiyi selamladılar. Dublin’in kurşuni silueti bir görünüp bir kayboldu. Kiliseler, anıtlar, doklar, bir gazometre, birkaç bacadan titrek bayraklar gibi yükselen duman...”
Eğer Dublin’i James Joyce’a soracak olursanız alacağınız yanıt canınızı sıkabilir. Çünkü yazarın ünlü eseri “Dublinliler”deki kahramanı Chandler hikayede, sokakların donuk zarafetsizliğinden yakınıp durur. Başarıya ulaşmak için bu kenti terk etmek gerektiğini söyler.
Aslında İrlanda dilindeki adı Dubh Linn (Kara Havuz) veya Baile Atha Cliath (Çitli Irmak Geçidindeki Kurt) olan Dublin öne sürüldüğü gibi can sıkıcı değildir. Bu mevsimde günlerin rengi hep gri olsa da size çok şeyler sunar. Kafanıza birçok sorunun üşüşmesine neden olur. Örneğin, “Neden bütün ünlü yazın adamları Dublin’den çıkmış” sorusunun yanıtını aramaya kalkarsanız kenti yakından tanırsınız. O zaman Dublin’in ne Heinrich Böll’ün ne de James Joyce’un Dublin’ine benzediğini görürsünüz. Çünkü, Wicklow Dağları’ndan kopup gelen ve kenti ikiye bölüp denize ulaşan Liffey Irmağı’nın kıyısındaki can sıkıcı kara badanalı evler yerlerini rengarenk, sevimli binalara terk etmiştir artık. Geniş caddelerin iki yanına büyük mağazalar, alışveriş merkezleri sıralanmıştır. Duvarlar rengarenk reklam afişleriyle süslenmiştir.

Haberin Devamı

İNGİLİZLERE İNAT KAPILAR RENGARENK

Ara sokakları gezerken dikkatinizi evlerin kapıları çekecektir. Çoğu kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, maviye boyanmıştır. Bunun nedenini bilenler şöyle anlatır: Kraliçe Viktorya 1902 yılında ölünce, üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğun merkezi Londra’dan, dünyanın dört bir yanına haber salınıp, yas nedeniyle bütün evlerin kapılarının siyaha boyanması istenir. Bu emre bir tek “yaramaz çocuk” İrlanda karşı çıkar. “Biz İngiltere’nin kraliçesi için yas tutmayız” diyerek inadına tüm kapıları rengarenk boyarlar...
Dublin’de bir de barların (pub) çokluğuna şaşırırsınız. Neredeyse her köşe başında bir bar vardır. Bir zamanlar kentteki binaların üçte birinin bar olduğunu öne sürenler bile bulunur. Dublinliler içki içmeyi çok sever. Günün erken saatlerinden başlayıp, gecenin geç saatlerine kadar barlar dolup taşar. Bu yüzden de sabahları ayılmakta epey zorluk çekerler. Böll, Dublinlilerin bu özelliğini şöyle anlatır: “Sabahın erken saatlerinde kime sorarsam sorayım, ne sorarsam sorayım, tek hecelik bir yanıt alıyordum: Sorry... Sabahları saat yediyle on arasının, İrlandalıların tek hecelik konuşmaları yeğledikleri saatler olduğunu bilmiyordum...”
Gerçek Dublinlileri tanımak istiyorsanız, Temple ve Merrion Row sokaklarındaki barlarda zaman geçirmeniz gerekir.
Gündüzleri St. Stephen’s Green parkında dolaşmanızı öneririm. Kestane ağaçlarının altında dinlendikten sonra, Liffey Nehri’ne doğru uzanan Grafton Caddesi’ne gidip, şık mağazaların vitrinlerini seyrederek, Trinity Kolej’e doğru yürüyebilirsiniz. Bu yürüyüş sırasında bir kez daha kafanıza aynı sorunun takılacağından emin olabilirsiniz: Dünyanın en ünlü yazın adamları neden Dublin’den çıkmıştır?
Çağdaş edebiyatın en önemli yazarı James Joyce, düz yazı ve şiir ustası Oscar Wilde, tüm yaşamını edebiyata ve şiire adayan Yeats, Drakula’yı yaratan Bram Stoker, şair, yazar, besteci ve kahraman Thomas Moore, Godot’nun yaratıcısı Samuel Becket, isyankar yazar Brendan Behan, Nobelli aforizma ustası Bernard Shaw, tüm dünyayı Güliver’in peşine takan Jonathan Swift, kitapları Türkiye’de de kapış kapış satılan Maeve Binchy ve Glenn Meade...

Haberin Devamı

SORU YAĞMURUNA HAZIR OLUN

Eğer edebiyata meraklıysanız, kenti gezerken kendi kendinizi soru yağmuruna tutacağınızdan emin olabilirsiniz: Çağdaş dünya edebiyatının en önemli yazarı James Joyce, romanlarını yazarken sizin duyduğunuz çan seslerini duymuş muydu acaba? Çünkü bu kilise, tam 300 yıldan beri çanlarını çalıp duruyordu.
Güzel söz avcısı Oscar Wilde, Dublin Üniversitesi’ne sizin girdiğiniz kapıdan mı giriyordu?.. İrlanda’nın kaderini değiştirebilecek bir ulusal birlik yaratabilmek için kendini edebiyata ve tiyatroya adayan Yeats, Abbey Tiyatrosu’ndaki oyunu yönetmeye gelirken, köşedeki bara uğrayıp, sizin gibi simsiyah Guinness birasından yuvarlıyor muydu? Drakula ile bütün dünyanın uykusunu kaçıran Bram Stoker, Transilvanyalı vampiri Dublin Şatosu’nun karanlık koridorlarında mı kurgulamıştı?
Sorunun yanıtını hiçbir yerde bulamayacaksınız. Ama yanıtı ararken kenti sokak sokak gezip, çok seveceksiniz.
Yeni yıla Dublin barlarından birinde girmek, yaşamınızda unutulmaz anılar bırakacaktır. Denemek istemez misiniz?

Haberin Devamı

İTALYA
Roma’nın sürpizleri hiç bitmez

Goethe Usta, “İtalya Seyahati” adlı eserinin birinci cildinin son sayfalarına doğru şunları yazmış: “Vaktim zevk almadan ziyade, tetkik ve çalışmayla geçiyor. Roma başlı başına bir alem; insanın burada kendini bulabilmesi için bile seneler lazım.. Burayı hemen görüp gidebilen seyyahlar ne kadar mesutlar...”
Goethe çok haklı. Sadece Vatikan’daki Sistina Şapeli’nin tavanını günlerce izlemek gerekir. Veya Michelangelo’nun, tam dört yıl boyunca, derme-çatma iskelelerin üstünde, iki büklüm çalışarak yaptığı tavan fresklerinden, evrenin yaradılışını seyretmeye saatler ayırmak gerekir. Ama kimde bu kadar çok boş zaman var ki! Roma’da mutlaka görmeniz gereken yerlerden biri de ünlü Kolosyum. Flavius Hanedanı’nın yaptırdığı, 50 bin kişilik bu dev yapıyı görünce hayranlığınızı gizleyemeyeceksiniz... İmparator Titus’un düzenlediği açılış törenleri tam 100 gün sürmüş. Bu muhteşem yapıyı gezerken, aslanlar tarafından parçalanan kölelerin kan kokusunu duyar gibi olacaksınız.

BİÇİMSİZ ESER

Haberin Devamı

Daha sonra, İspanyol Merdivenleri’ne gitmenizi öneririm... Bu mevsimde basamaklarda oturan pek bulunmaz ama, yaz aylarında dünyanın en güzel kızlarının veya yakışıklı erkeklerinin bu basamaklarda sere serpe güneşlendiklerini hayal edebilirsiniz. Oradan yürüyerek, Venezia Meydanı’na gidin. İtalya’nın ilk kralı Vittorio Emanul II’ye adanan, olağanüstü boyutlardaki anıtı görmeniz gerekir. Roma halkı, çok çirkin bulup yıkılmasını istediği bu anıta, “Düğün Pastası”, “Daktilo” gibi ilginç adlar takmıştır.
Burada fazla oyalanmadan, dar sokaklardan kıvrıla kıvrıla yürüyerek Trevi Çeşmesi’ne ulaşın. Tam 30 yılda tamamlanan bu çeşmenin önündeki havuza, sol omzunuzun üstünden para atarsanız dileklerinizin gerçekleşeceğini aklınızın bir köşesine yazın. Biraz soluklanınca Corso Caddesi’nde yürüyün. Bu caddedeki bir birinden şık mağazaları, mağazaların vitrinlerindeki şık giysileri, bunları satmaya çalışan manken gibi tezgahtarlar görülmeye değer. Ama burada fiyatların biraz abartıldığını unutmayın.

Haberin Devamı

BİTTER CAMPARİ

Corso Caddesi’yle kesişen ara sokaklardan birine sapıp, ünlü Pantheon Tapınağı’nın içindeki ışık oyunlarını gördükten sonra, kendinizi Campo dei Fiori meydanındaki bir kahveye atın. Tabanlarınızın sızısını dindirmeniz için biraz molaya ihtiyacınız olacak. Meydanın ortasındaki kel kafalı adam heykeli, engizisyonun yaktığı son bilgin Giordano Bruno’ya aittir. Bir kadeh bol buzlu “Bitter Campari”yi onun şerefine kaldırın.
Dinlendikten sonra, Tiber Nehri’ne doğru yürüyüp, Roma’nın en güzel köprüsü Sant’Angelo’nun üstünde durup, nehrin akışını seyredin. Sırada Vatikan var. Papa’nın yönetimindeki bu küçük ülkede görecek çok şey olduğunu söylemeliyim. Binlerce turistin arasına karışıp, kafanıza üşüşen soruların yanıtlarını arayın.
Akşam güneş batmaya yakın Navona Meydanı’na varmanız gerekiyor. Tam ortada, Bernini’nin yaptırıdığı “Dört Irmak Çeşmesi”nin  ilk bakışta sizi büyüleyeceğinden emin olabilirsiniz. Tuna, Nil, Ganj ve Rio de la Plata ırmaklarının sularının aktığını simgeleyen dört şaheserin önünde fotoğraf çektirmeyi unutmayın sakın. Daha sonra bir kahveye oturup, meydandaki şenliği izlemeye koyulun: Şarkı söyleyenler, resim yapanlar, poz verenler, seyyar satıcılar, aşıklar, aşk arayanlar...
Johann Wolfgang von Goethe, kitabının bir yerinde şöyle yazar: “Akşam olunca, bakmaktan ve gördüklerine hayret etmekten insan kendini tükenmiş hissediyor...” İşte siz de kendimizi yatağa attığınızda aynı tükenmişliği hissedeceksiniz.
Ertesi gün serbestsiniz. Canınız nereye istiyorsa oraya gidip Roma’nın keyfini çıkartın.
Yeni yıla Roma’nın ünlü meydanlarından birinde girmenin tadını, uzun yıllar unutamayacağınızdan emin olabilirsiniz. Hele yanınızda sevdiğiniz birisi varsa!

BREZİLYA
Günahkâr kent Rio

Eğer yeni yılı bahane edip, kış ortasında yazın tadını çıkarmak isterseniz, size Rio’yu öneririm. Türklerden vize istemeyen bu ülkeye uçmak biraz uzun ama, görecekleriniz ve yaşayacaklarınız bu zahmete değer.
Havaalanından bindiğiniz taksinin radyosunda mutlaka samba çalıyor olacaktır. Daha sonraki günlerde, saat kaç olursa olsun her yerde bu kıvrak müziği dinleyeceksiniz. Jamaika’da reggae müziği ne kadar kutsalsa, burada da samba o kadar kutsaldır. Güneşten, sudan, havadaki oksijenden bile daha önemlidir. Yazarın dediği gibi, “Samba, Brezilya halkının kanında dolaşan, sevda ateşini tutuşturan bir ezgi değildir yalnızca. Yaşamın ta kendisidir. Buralılar için sambasız bir yaşam asla düşünülemez.”
Rio’daki ilk gününüze, ünlü Copacabana Plajı’dan başlamanızı öneririm. Bu plaj sabahın erken saatinden itibaren dolmaya başlar. Ve birden, fotoğraflarda gördüğünüz kadınlar karşınıza çıkar. Baktıkça iç geçirten, minicik mayolarıyla kumsalda güneşlenen kadınlar!

DİŞ İPİ MAYOLAR

Onların giydikleri avuç içi kadar küçük, ip kadar ince mayolara, “filo dental-diş ipi” adını takmışlardır. Neyi ne kadar örttüğü belli olmayan bu mayolar, Rio plajlarının vazgeçilmez aksesuarlarıdır. Sere serpe güneşlenen bu birbirinden güzel kadınların arasında, esmer tenli, sırım gibi, vücudunda bir gram bile yağ olmayan yağız delikanlılar, kadınlara aldırmadan futbol oynar.
Kaldırımın üstüne sıralanmış büfeler, sıcaktan bunalanların sığınağı haline gelmiştir. Buz kovasından çıkartılıp, baş kısmı bir pala darbesi ile uçurulan hindistancevizinin içinden çıkan tatlı suyun tadına bakmanızı öneririm. Bu büfelerde her türlü tropikal meyveyi bulmak mümkündür: Goyaba, Manga, kaju ve diğerleri. Karnı acıkanlar için de seyyar satıcılar ellerindeki tepside, şişe dizilmiş jumbo karidesleri dolaştırır. İlerleyen zamanla birlikte kalabalık da artar. Beş kilometrelik kumsalda, çıplak gövdelerden oluşan dalgalar, bir o yana bir bu yana salınıp durur.

YOKSULLARIN SIĞINAĞI

Yemyeşil dağların içine doğru uzanan mahallelerdeki evler, ikinci katlarına kadar demir parmaklıklarla kaplıdır. Müstakil evlerin etrafını çevreleyen yüksek duvarların üstüne, cam kırıkları döşenmiştir. Bunlar soygunculara karşı alınmış önlemlerdir. Her mahallenin özel bir koruma teşkilatı vardır. Yoksul halk ise tepelerdeki gecekondularından kenti kuşbakışı seyreder. Bu mahallelere “Favela” denir. Bu kelime Brezilya’da yoksullukla eşanlamlıdır. Bir kitapta favelalarla ilgili şunlar yazar: “Nüfusun dörtte biri, toplumsal kumaşın kontrolsüzce yırtılıp, parça parça olduğu, hırsızlığın olağan bir hal aldığı ve etrafı haraca kesen kokain tacirlerinin kahraman addedildiği bu kenar mahallelerde yaşıyor..”
Favelalar karnaval zamanı canlanır. Bir yıl çalışıp, dişlerinden, tırnaklarından artırdıklarını karnaval giysilerine harcarlar. Karnaval günü gelip çattığında, müzik aletlerini yüklenen sırım gibi gençler, birbirinden şuh kızlar, kadın iç çamaşırlarını ve file çoraplarını giymiş travestiler yoksul favelayı terk edip, geçit törenlerinin yapılacağı Apoteose’de soluğu alır. Artık dört gün boyunca Rio onların olur.
Rio’da plajdan bol başka bir şey yoktur: İpenama, Flamingo, Botafogo, Leblon ve Barra plajlarında da aynı tahrik edici görüntüler vardır. Plaj gezisinden sonra küçük bir trenle, Corcovado Dağı zirvesine çıkıp, 38 metre boyunda ve 145 ton ağırlığındaki İsa heykelinin ayaklarının dibinden Rio’yu kuşbakışı seyredebilirsiniz.
Kenti simgeleyen diğer bir yükselti de Şeker Dağı’dır. Teleferikle çıkılan bu dağın tepesinden kentin uçurumlarını, dantel gibi sahillerini, plajlardaki çıplak vücutların dalgalanışını, havaalanına inip kalkan uçakları, şişik yelkenleriyle süzülüp giden tekneleri tek bir fotoğraf karesinde görebilirsiniz.
Eğer yeni yıla alışılmışın dışında, yaz sıcağında girmek isterseniz Rio’dan iyisini bulamazsınız. Yeni yıl gecesi Copacabana Plajı’na gitmeyi aman unutmayın. Orada beyazlar giyinmiş binlerce kişinin, denize beyaz çelenkler bırakmasını yaşamınız boyunca unutamayacaksınız.

ARJANTİN
Buenos Aires’te tangonun kollarında

S ize yeni yıl gecesi yaz sıcağı sunacak şehirlerden biri de Buenos Aires olabilir. Aslında kentin adı bu kadar kısa değildir. Güney Amerika’ya “bir vatan” getiren İspanyol gemiciler bu kente, St. Maria del Buen Aire (Güzel Hava Azizesi Maria) adını koymuştur. Gel zaman git zaman bu uzun isim kısalıp, Buenos Aires (İyi Havalar) olmuştur. Sanıyorum buradaki “güzel”den, fırtınasız, dingin bir hava kastedilmektedir. Çünkü kent, dünyanın en geniş nehri olan Rio De La Plata’nın ağzında kurulmuştur. Aslında ilk görenler bu suyu genellikle denize benzetir. Çünkü görüntü asla bir nehir ağzını değil de, gerçek bir denizi andırır. Zaten Arjantinliler de buraya “Tatlı Deniz” adını takmışlardır. Fırtınalı okyanusu aştıktan sonra bu kıpırtısız suları gören İspanyol denizciler, buraya haklı olarak “İyi Havalar” adını uygun görmüşlerdir sanırım.
Buenos Aires, Santiago, Rio veya Meksiko City gibi, Latin görüntülerle donanmış bir kent değildir. Çünkü bu kentte yaşayanlar kendilerini, Güney Amerikalı değil de Avrupalı olarak nitelendirirler. Eğer bir Buenos Airesli ile bu konuyu konuşacak olsanız, size şunları söyleyeceğinden emin olabilirsiniz: “Meksikalılar Azteklerden, Perulular İnkalardan, Arjantinliler ise gemilerle Avrupa’dan gelmiştir...”

FLORİDA CADDESİ ŞENLİK YERİ

Buenos Aires Paris’i andırır. İleri yaşına rağmen hala “mihrabı yerinde” duran, çapkın yaşlı bir aristokrat kadın gibidir.
Havaalanından kente gelirken yolun iki yanındaki teneke evleri ve yeni binaları yan yana görürsünüz. Teneke evler kentin yoksulluğunu yansıtır. Üst katlarında demir filizleriyle yarım binalar, ağaçlar arasına gerilmiş iplerde uçuşan çamaşırlar, kırık dökük otomobiller... Kentin içine girdikçe belleğimdeki görüntüler kaybolur. Dünyanın en geniş caddesi “9 Temmuz Bulvarı”nda yoksulluk yerini zenginliğe bırakır.
Kenti gezmeye Florida Caddesi’nden başlayabilirsiniz. Burası trafiğe kapalıdır. Binlerce kişi, bir o yana bir bu yana gidip gelir. İki yanına mağazalar sıralanmıştır. Şenlik yeri gibidir: Arya söyleyen bir tenor, Napoliten çalan bir gitarcı, tango yapan bir çift, gözleri görmeyen, ayakları olmayan dilenciler, striptiz kulüplerine müşteri çekmeye çalışan çığırtkanlar, dolara cazip fiyat veren karaborsacılar...
Kent, 47 bölgeden oluşur ama tümünü görmeye gerek yoktur. Temel karakterini yansıtan birkaç bölgeyi tanımak yeterlidir: Palermo, Recoletto, Retiro, San Nicolas, Monserrat, San Telmo, La Boca... İşe kentin bohemi San Telmo’dan başlayabilirsiniz. Sanatçıların atölyeleri, antikacıların sıralandığı pasajlar, küçük butikler, kahveler, barlar... San Telmo baştan aşağı Parislidir. Evita Peron, Marilyn Monroe, Che, Beatles, Lorel Hardy... Sahaflardaki eski posterler ve plaklar sizi eski yıllara sürükler. Buradaki pasajlar bir anılar müzesini andırır. Eski gazete koleksiyonları, cep saatleri, kılıçlar, düğmeler, rozetler, kim bilir kimin yakasını gururla süslemiş madalyalar, kime destek olduğu bilinmeyen bastonlar... Tezgahlarda sergilenenler eşya değil birer yaşam öyküsüdür sanki.
Dorrego Meydanı’nda, bir şemsiyenin gölgesinde limonatanızı yudumlarken, San Telmo’da zamanın ilerlemediğini hissedebilirsiniz.

ŞARAP VE ETLERİNİ MUTLAKA TADIN

Plaza de Mayo’ya gitmeden kent hakkında tam bir fikir edinilemez. Palmiye ağaçları, çiçekler, heykeller ve koloniyel binalarla süslü olan bu meydan kentin kalbi kabul edilir. Önemli olaylar, yıldönümleri burada kutlanır, protesto gösterileri burada yapılır. Yani her an bir neşe veya öfke seline rastlamak mümkündür.
Kentin kurulduğu yer olan La Boca, Buenos Aires’in en bilinen yeridir. Tangonun buradaki batakhanelerden doğduğu söylenir. La Boca’nın dar sokaklarında dolaşırken, karşınıza keman ve bandoneonla tango çalan yaşlı müzisyenler çıkar. Onların müziklerine ise çok giyilmekten parlamış siyah elbiseli, siyah fötr şapkalı adamlarla, file çorapları yer yer kaçmış, derin yırtmaçlı, kırmızı kadife elbiseli kadınlar danslarıyla  eşlik ederler. Kentin her köşesinde rastlayabileceğiniz bu sokak tangocuları, kendilerini izleyen turistlere, bir kaç kuruş karşılığında öfkenin, kıskançlığın, intikamın, ölesiye aşkın tarihini anlatmaya çalışır.
La Boca hâlâ ilk günkü gibi bakımsız ve fakirdir. Teneke evlerdeki yoksulluk, rengarenk boyanmalarına rağmen gizlenememiştir.
Tango tarihinin ünlü kahramanları bu sokaklarda beste yapmış, kavga etmiş ve ölmüşlerdi. Ernasto Panzio, Rosendo Mandizebal, Osvaldo Pugliese, Vicento Greco, Everisto Carriego, Pascual Contorsi, Carlos Gardel ve diğerleri bu sokaklardan çıkıp, tango tarihinde hak ettikleri yerleri almıştır.
Kent, tangosu kadar lezzetli etleri ve şarabıyla da ünlüdür. Onun için iyi bir lokantada, bunların tadını çıkarmak gerekir. Meydanlarından birinde, sokak çalgıcılarının çaldığı müzik eşliğinde tango yaparak yeni yıla girmek de, sizin için unutulmaz ve hoş bir deneyim olabilir.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!