Doktorum sarılınca şekerim düşüyor

Güncelleme Tarihi:

Doktorum sarılınca şekerim düşüyor
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 17, 1999 00:00

Haberin Devamı

Profesör Johnny Ludvigson'a göre diyabet tedavisinin üç temel taşı: ensülin, sevgi ve bakım...

SEVGİ ŞEKERİ DÜŞÜRÜYOR

Bir akşam, İznik Gölü kıyısında, doyumsuz günbatımı gözelliğini içimize çekerken Nigar yanımıza geldi. Azerbaycanlı doktorla beraberdik. Doktoru, Nigar'ın bana birşeyler söylemek istediğini söyledi.. Nigar, önce ülkesini tanıtan bir kitap uzattı.. Sonra heyecanla teşekkür ederek tam anlayamadığım birşeyler söyledi. Doktoru özetledi:

‘‘Nigar diyor ki, doktorum bana sarılınca şekerim düşüyor. Denemiş..’’

şeker kampı, ikinci dönemde de cıvıl cıvıldı.. Kocali, Kuzey Kıbrıs, Sakarya, İstanbul, Ankara, Eskişehir,Balıkesir, Yalova, Kayseri ve Azerbaycan'dan gelen 47 çocuk vardı.

Kampın sorumlusu Doçent Doktor Şükrü Hatun idi. Ekip tamamdı:

Doktorlar Mehmet Sargın, Suna Koca, Yücel Yılmaz ve Demet Gedikpaşa ile diyetisyenler Hülşa Gökmen, Aslı Tufan, İsmail Özkaya, heşmşireler Hüsniye Demir, Nurten Varıyenli ve Zühre Mındıkoğlu.

Kocaeli Tıp Fakültesi 5. sınıf öğrencileri Sevim Güler ve Narin Gönül de hekimliğe dört elle burada sarıldılar.

Herkes özveriyle, canla başla çalıştı.. Hem çocuklara baktılar, hem de kendi yaşamları için değer ürettiler.

Doçent Şükrü Hatun, ikinci dönemi kendi anlatıyor..

ŞEKER BALALAR

Kampta, Azerbaycan'dan gelen ikisi kardeş üç diyabetli çocuğumuz vardı:

- Şeker Balalarımız; Nigar, Nurlana ve Pervin.

Onlarla birlikte, Azerbaycan Diyabet Derneği'nin Genel Sekreteri de gelmişti. Kendisini, 'Şükür Cemiyeti'nin Uzvu' diye tanıttı. Bu sözleri, daha sonra espri konusu oldu..

Şeker balalar, önceleri bizim Türkçemizi anlamakta güçlük çektiler. Ancak, ilk günlerdeki tedirginlik giderek yerini kaynaşmaya ve dayanışmaya bıraktı. Son gün bir kez daha gelme sözü verirek ayrıldılar.

İşte bu, bir kampın başarılı olduğunu belgeleyen son noktaydı.

Nigar ve arkadaşları, kamptaki çocuklara kendi ülkelerini heyecanla tanıttılar. Bu ayrı bir güzellikti.

DOKTORUM SARILINCA

Nigar'ın gözleri sürekli gülüyordu. Pırıl pırıldı.. Bir süre sonra özel ilgi göstermeye başladım:

‘‘Nigar, benim üçüncü kızım olup Türkiye'de kalır mısın?’’

- He!

Bir akşam, İznik Gölü kıyısında, doyumsuz günbatımı gözelliğini içimize çekerken Nigar yanımıza geldi. Azerbaycanlı doktorla beraberdik. Doktoru, Nigar'ın bana birşeyler söylemek istediğini söyledi..

Nigar, önce ülkesini tanıtan bir kitap uzattı.. Sonra heyecanla teşekkür ederek tam anlayamadığım birşeyler söyledi. Doktoru özetledi:

‘‘Nigar diyor ki, doktorum bana sarılınca şekerim düşüyor. Denemiş..’’

ENSÜLİN, SEVGİ, BAKIM

Gözlerim doldu.. Boğazıma sevinç yumağı tıkandı. Oradan uzaklaştım.

Akşam arkadaşlarımla bu sözü tartıştık. Aslında Nigar, diyabet tedavisi sırasında uyguladığımız yeni yöntemi çocuk duyarlılığı ile bize yansıttı, diye düşündük.

Geleneksel diyabet tedavisi ensülin, diyet ve egzersize dayanıyor..

İsveçli Profesör Johnny Ludvigson ise, bu yaklaşımı bunaltıcı buluyor. Ve diyabet tedavisinin ensülin, sevgi ve bakım olmak üzere üç temel taşının olduğunu vurguluyor:

- Diyabet neşe getirmez, fakat siz diyabetli olsanız bile neşeli olmayı becerebi-lirsiniz..

Bazıları buna bilgiyi de ekliyor.

Sanırım Prof. Ludvigson da Nigar'ın bu sözlerini duysaydı, hem sevinir hem de benim gibi duygulanırdı..

Azeri çocuklar, yani şeker balalar, kamptan bir gün önce ayrıldılar. Ben onları uğurlamak için sabah erkenden kalktım.

Nigar ile uzun uzun sarmaşıp koklaştık.. Onu şimdiden çok özlüyorum.

Diliyorum, yaşamı da yüzü ve gözleri gibi pırıl pırıl aydınlık olsun.

DİYABETLE BAŞA ÇIKMA

Diyabet, yaşam boyu süren bir hastalık.

Bu nedenle, çocukların diyabet bakımı konusunda bilgilenmeleri ve kendi kendilerine tedavi becerisi kazanmaları hepimizin amacı..

Buna ulaşmak için eğitime ihtiyaçları var.. Eğitim tedavinin en önemli bileşeni. Diyabet bakımı; eğitim, motivasyon ve sorumluluk vermeye dayanır.

İşte bu kamplar, bu üçünün birlikte yoğun olarak uygulanmasını sağlıyor. Böylece çocuklara, diyabetle birlikte yaşamayı öğretiyor. Diyabetle başa çıkma becerisini veriyor.

Kan şekeri izlemeyi ve iyileştirmeyi, kendi kendine tedaviyi, çeşitli durumlarda ensülin dozlarını ayarlayabilmeyi, en önemlisi de, diyabetin komplikasyonlarından korunmayı öğretiyor..

Bağımsız olmayı, sosyal yaşamda kendine güvenmeyi, katılımcı olmayı, yeni arkadaşlıklar kurmayı ve rahat olmayı öğretiyor.

ORTAK NEŞE ÜRETİMİ

Bu amaçla, gün içinde teorik ve beceri eğitimi olmak üzere iki tür eğitim yaptık. Kampa yeni katılanların başına, deneyimli abi ve ablalarını koyarak deneyim aktarımı fırsatı yarattık.

Kamp süresince asıl eğitim, eğitim salonu dışında; çocukların birbirleri ve büyükleriyle ilişkileri dolayımında gerçekleşiyor. Biz sadece onların, beceri eksiklerini gidermeye, uygun iletişim ortamları yaratmaya, ortak neşe üretimini kışkırtmaya çalıştık.

Yani kamp; ensülin, sevgi, bakım ve bilginin yoğun bulunduğu ve başta diyabet tedavi ekibi olmak üzere herkesin kendini gözden geçirdiği bir kardeşlik ortamı içinde yaşandı..

Bence, esas etkisi de bu özelliğinden kaynaklandı.

Çocuklar eğlenceye çok düşkünler. Ama, bilginin kendileri için ne denli değerli olduğunu biliyorlardı.

KIBRISLI BATUHAN

İkinci dönemin en küçüğü, Kıbrıslı Batuhan idi. Sekizbuçuk yaşındaydı.

İlk günlere sürekli ağlıyordu. Onu geri göndermeyi bile düşündük.

Sonra yoğun çabalarla genel havaya uyum gösterdi. Dinledi, öğrendi ve söylenenleri uyguladı. Arada sohbete başladık:

‘‘Kıbrıslı çocuklardan en çok kimi seviyorsun?’’

Bazı isimler saydı. Sonra durdu, gözlerimin içine baktı:

- ..ama kampta en çok seni seviyorum..''

Etkilenmemek elde değildi. Yine sordum:

‘‘İyi ama Batuhan, ben sana pek yaklaşamadım, Niye beni seviyorsun?’’

- Çünkü, bilmediklerimi sen öğretiyorsun!

Yine duyğulandım. Sarıldım Batuhan'a:

‘‘Çok teşekkür ederim, çok teşekkür ederim Batuhan..’’

Yaptığımız her çabanın onlarda karşılığı vardı. Bu karşılığı kamp boyunca arkadaşlarımla paylaştım.

Ne yorgunluğumuz kaldı, ne gerilim.. Batuhan ile dinlendik.

AYRILIK GELİP DAYANDI

Kampın son günlerinde, çocukların istekleri iki konuda çok yoğunlaştı..

Yaşları biraz daha büyük olanlar, geceleri uyku saatlerinin geriye bırakılmasını, küçük olanlar ise kampın süresinin uzatılmasını istediler.

Son 24 saate girdiğimizde, her yıl olduğu gibi, hüzün ve ayrılık hasreti tüm çocukların, aslında hepimizin, ortak duygusu haline geldi.

Bazı konuşmalarda gözler doluyordu. Konuşmalar yarıda kesiliyordu.

Sekiz gün boyunca kampın neşe kaynağı olan Dilara, Çağla, Zeynep ve Işıkal son gün suskunluğa büründüler..

Son değerlendime toplantısında, çocukların hemen tamamına yakını, kampın 15 gün olmasını önerdiler.

Ayrılık gelip dayandı..

Otobüsler bekliyordu.. Ama birbirlerine sarılan ve gözyaşlarını tutamayan çocukları koparıp bindiremiyorduk.

Onları seyrederken düşünüyordum:

‘‘Çocuklar.. Hep birlikte İznik Gölü'ne ve geceleri zaman zaman bu göle düşen yıldızlara layık bir kamp yapmaya çalıştık. Sanırım başarılı da olduk.’

Diyabet tedavisinin amacı ne olmalı?

Her yıl bir konuyu çocuklarla paylaşıyorduk. Bu yıl, ‘‘Sizce diyabet tedavisinin amaçları ne olmalıdır?’’ diye sorduk. İşte bazı yanıtlar:

Orhun: ‘‘Diyabetlinin hastalığı, onun için arkadaşlık, ensülin ise bizim için hayattır.’’

Batuhan: ‘‘Kan şekerini dengede tutmak. Mutlu bir aile kurmak..’’

Mehmet: ‘‘Diyabetlilerin de herkes gibi yaşabileceklerini göstermek..’’

Tuğba: ‘‘Hayatımızın geri kalan kısmını mutlu ve başarıyla sürdürmek.’’

Çağla: ‘‘Diyabetimizi abartıp kendimizi strese sokmamamız gerekir.’’

Halit: ‘‘Diyabeti insanlar için yaşanılır hale getirmek ve yükünü mümkün olduğunca azaltmak.’’

Emil: ‘‘Uzun ve kaliteli bir yaşam sürmek..’’

Emrah: ‘‘Diyabetlilerin herşeyi yapabileceğini kanıtlamak.’’

Işıkol: ‘‘Diyabetliyiz diye üzelmemek, kendimizi hayata küstürmemek.’’

Barış: ‘‘Kan şekerini kontrol altında bulundurmak.’’

Zeynep: ‘‘Öncelikle kendi sağlığımızı korumak.. Yaşama sıkıca bağlı kalmak. Kamplara katılmak.’’

Diyabetle arkadaşlık...

Işıkol Yıldırım, diyabetle nasıl tanıştığını yazıyor:

2 Şubat 1988.. Bana diyabet tanısının konulduğu gün.

Ondan önce annemler çok su içmem ve sık idrara çıkmamdan şüphelenmişler. Hatta, bazen tuvalete onlardan gizli girerdim.

Ama sonunda hastanenin yolunu tuttuk. Orada her soruya olumlu yanıt verdim. Şüpheler arttı. Tahliller yapıldı. Açlık şekerim 300'ye yakındı. Toklukta ise 600 civarında çıktı.

Doktorlar 'diyabet' dediler. Doktorlardan medet ve moral beklerken, o gece benim hastaneye yatmamı istediler. Yatmazsam, komaya girebileceğimi söylüyorlardı. Beni İstanbul'a, GATA'ya sevkettiler. Moralim sıfıra indi.

Hastane odasında dört duvar arasında gözlerimden yaşlar dökülüyordu. Diyabet hakkında hiç bilgim yoktu. Bana birşey olacak mı, diye sordum. Doktorlar, moralim düzelirse şekerimin düşeceğini söylediler. Diyabetli çocukları, yaşantılarını, diyetlerini anlatıp moralimi yükselttiler.

Sekiz gün hastenede kaldım. Kan şekerimi ölçerek ensülin dozunu hep buna göre düzelttiler. Ensülin enjeksiyonu o sıralarda çok zor geliyordu. Ama artık öyle değil. Bunu bir görev sayıyorum. Neden mi? Sağlığım için.

Diyabet artık benim için bir hastalık değil. Kendi içimdeki, ruhumdaki, bahtımdaki, beni terketmeyecek vefalı arkadaşım..



Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!