DAR GELEN BEDEN (3)

Güncelleme Tarihi:

DAR GELEN BEDEN (3)
Oluşturulma Tarihi: Ocak 11, 2006 16:26

DAR GELEN BEDEN (3.bölüm)

Mustafa ÖNCÜL / Adana

Nihat, reenkarnasyon vakalarına Antakya’da sıkça rastlandığını duymuş, hatta televizyonda da bu Hürriyetkonuda birkaç program izlemiş, gazetelerde de çok sayıda haber okumuştu. Ancak böyle bir olaya ilk kez canlı olarak tanık oluyordu. Günlerce uyku uyumadı. Aklı hep Bekir’deydi. “Yok canım…” diyordu, “Televizyonda bir belgesel filan izlemiştir. Zaten zeki bir çocuk… Orada duyduklarını söylüyordur. Tabi canım… Öyledir… Olur mu başka türlüsü zaten… Mümkün değil.” Düşünmemeye, o gün yaşadıklarını unutmaya çalışıyordu. Ama… Mümkün müydü olanları es geçmek, olmamış gibi davranmak? Yani… Bekir’in söyledikleri hafife alınır şeyler değildi ki! Çocuk, çok ciddi, yanlışsız, ayrıntılı bir şekilde konuşmuştu.

Bekir’le tekrardan konuşmaya karar verdi. Dersinin olmadığı bir gün Bekir’in evine gitti. Bekir’in annesi Nigar Hanım Nihat’ı kapıda karşıladı, içeri davet etti, çay ikram etti. Nihat’ın gün ortasında neden geldiğini merak ediyordu. “Hayırdır Nihat oğlum? Yel mi attı, sel mi attı bu saatte?” diye sordu. Nihat, “Ne yel, ne de sel Nigar Teyze… Bugün dersim yoktu, erken çıktım. İzin verirsen senin yaramaz delikanlıyı alıp biraz dolaşalım diyorum. Harbiye’ye şelaleye filan gideriz… Çocuk için de değişiklik olur biraz.” Nihat’ın bu sözleri, Bekir’in haşarılıklarından illallah diyen Nigar Hanım için bu büyük bir müjde gibi geldi. “Aman al.. Götür!.. Hiç gereği yok bana!.. İstersen hiç getirme. Kökü senin olsun.” Birkaç dakika sonra Bekir hazırdı. Hoplaya zıplaya Nihat ile birlikte çıktı evden, arabaya bindiler. “Söyle bakalım afacan… Nereye gidelim?” dedi Nihat. “Şelaleye dedin ya anneme… Şelaleye gidelim.” Nihat dikiz aynasından Bekir’e baktı, “Bizi mi dinledin sen lan? Çok ayıp. Bir daha görmeyim.” dedi gülümseyerek.

Nihat, Antakya’yı bir baştan öte yana kat etti. Arabada Bekir’le havadan sudan konuştular. Harbiye’ye vardıklarında, arabayı restoranlardan birinin önüne yanaştırdı, “Gel şurada bir şeyler yiyelim, karnımızı doyuralım… Sonra ineriz şelaleye…” dedi. Bekir itiraz etmedi. Restorana girip bir masaya oturdular. Yiyeceklerini söylediler. Garson masadan uzaklaşırken Nihat bir sigara yaktı ve Bekir’e sordu: “Eeee.. Bekir… İzafiyet Teorisi’nden bahsediyorduk geçen gün… Yarım kaldı. Ne diyorsun bu konuda?” Bekir oturduğu yerden kalktı, pencerenin kenarına kadar yürüdü, “İzafiyet Teorisi hakkında söyleyecek bir şey yok. İzafiye Teorisi… O günler… Yıl 1905… Bugün 2005 yılındayız. 100 yıl geçmiş üzerinden. Neyi, niye konuşacağız ki? Televizyona, gazetelere, dergilere bakıyorum da… Birçok insanın bu teoriden haberi bile yok. Öyleleri var ki… Beni, dilini bir karış dışarı çıkarmış bunak ihtiyar olarak tanıyor, biliyorlar. Benim bu teorim hakkında makaleler yazılıyor, dersler veriliyor ama… Bakıyorum da… Taş üstüne taş koyan yok.”

Nihat Bekir’i şaşkınlıkla dinliyordu. Karşısında duran bacak kadar çocuğa birisi dublaj yapıyordu sanki. Söyleyecek söz bulamıyor, sadece dinliyordu.

“Biliyor musun Nihat ağbi… Çok sıkılıyorum. Ablamın kitaplarına bakıyorum… Çocuk oyuncağı konular, problemler, yorumlar vesaire… Fizikte neler olup bitiyor çok yakından izlemem mümkün değil. Neyse ki internet var… Onun sayesinde biraz bilgim var ama… Yetersiz! Gelişmelere seyirci kalmak değil, müdahil olmak istiyorum. Bugünkü olanaklarla bilimin çok büyük sıçramalar yapması işten bile değil. Ama… Geldiğimiz noktaya bak… Sonuç ne?.. Hiç!.. Koskoca bir hiç!.. Çıkıp bir şeyler söylesem, beni medya maymununa çevirirler. Televizyon kanalları, haber programları, gazete, dergi… Hepsi sansasyon peşinde. Söylediklerim kimsenin umurunda olmaz. Bu küçük bebe bunları nereden biliyor diye kıvranır durur, beni ekrana taşımak için uğraşırlar.”

Yemekler geldi, Nihat Bekir’i masaya çağırdı ve “Bekirciğim… Sen gerçekten Albert Einstein misin?” diye sordu. Hâlâ inanmıyor, reenkarnasyon denen şeyin saçmalık olduğunu düşünüyordu. Bekir masaya oturdu, “Nihat ağbi… Senin pozitif bilim okumuş bir insan olarak bu tür test edilip, sınanamayan, doğruluğu veya yanlışlığı kanıtlanamayan şeylere inanmadığını biliyorum. Ben de inanmazdım. Hatta Tanrı’dan ‘Koca ihtiyar’ diye söz ederdim. O zamanlar çok tepki aldım. Ama… Görüyorsun işte… Bu küçücük beden içerisinde senin karşındayım. Bu durumu Tanrıyla mı açıklarız başka bir şeyle mi bilmiyorum. Hiç bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var, bu beden bana dar geliyor. Söyleyecek çok sözüm var… Ama bu sözleri bu ağızla söylersem kimse beni dinlemez.”

Nihat artık kesinlikle emindi. Karşısındaki küçücük bedende konuşan kişi Albert Einstein’dı. Bundan en küçük bir şüphesi kalmamıştı. “Benden ne istiyorsunuz?” diye sordu… Sonra sustu… Karşısındaki altı yaşında küçük bir çocuktu ve ona “siz” diye hitap etmişti. Güldü kendi kendine… Konuşmasına devam etti: “Sizi çok iyi anlıyorum ve hak veriyorum. Size nasıl yardımcı olabilirim?” Bekir, yemeğini yerken konuşmasını sürdürdü: “Söyledim ya… Benim söyleyeceğim hiçbir söz ciddiye alınmaz. Ben ölü bir adamım. Yaşamıyorum. Yeniden dirilmem mümkün değil. Yani… Malum… Pozitif bilim böyle bir şeyi reddeder. Zaten benim Albert Einstein olarak ortaya çıkmam kendimle çelişmem demektir. Bunu yapmam mümkün değil. Ama… Fiziğin, matematiğin bir sıçrama yapması gerekiyor. Görüyorsun… Sanki üzerine ölü toprağı serpilmiş. Bilim adamı dediğimiz kelli felli adamlar mevcut teoriler üzerinde mastürbasyon yapmaktan başka bir şey yapmıyorlar!” Nihat’ın karşısında oturan çocuk gitmiş, sanki uluslar arası kariyere sahip dev bir bilim adamı gelmişti. Nihat o kadar ölçülü ve saygılı konuşuyordu Bekir ile. Birasından büyük bir yudum aldı, sigarasından derin bir nefes çekti, “Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. Bekir Nihat’a baktı, “Çok basit” dedi, “Bundan sonra birlikte çalışacağız sizinle. Ben sizin beyniniz, siz benim dilim olacaksınız. İkimiz bilime çağ atlatacağız!”

Bir anda binlerce düşünce geçti Nihat’ın kafasından. Albert Einstein ile birlikte çalışmak?… Bu bir rüya olmalıydı… Peki… Bu ahlakî bir şey miydi? “Neden olmasın ki?” dedi kendi kendine. Bilimin, insanlığın, uygarlığın gelişmesi için kendini feda edebilirdi. Üstelik kim bilecekti ki bu olan biteni? Hem Albert Einstein peygamber miydi sanki? Karısını ve iki çocuğunu bırakıp kuzeni Elsa ile birlikte yaşamamış mıydı? Evlendiği halde Elsa’yı bile aldatmıştı!

“Tamamdır” dedi Bekir’e dönüp, “Benim için uygundur. Hiçbir sakıncası yok. Ne zaman isterseniz o zaman çalışmaya başlayalım. Üniversitenin olanakları da bizim emrimizde. Siz nasıl bir yöntem izlememizi öneriyorsanız o şekilde çalışalım.”

Bekir tabağındaki son lokmaları da bitirdi, bardağındaki ayrandan bir yudum aldı… Nihat’a dönüp, “Tabağımda yemek bırakmamam lazım. Arkamdan ağlarlar sonra… Hem rüyama da girerler değil mi?...” deyip bir kahkaha attı. Kalktılar; Nihat hesabı ödedi ve Bekir’in elinden tutup lokantadan çıktı. Birlikte şelaleye doğru yürüdüler.

(Sürecek...)

 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!