Bu kitap kendi kent serüvenim

Güncelleme Tarihi:

Bu kitap kendi kent serüvenim
OluÅŸturulma Tarihi: Nisan 27, 2013 00:00

Yaklaşık 60 yıllık bir İstanbullu Atilla Birkiye. En eskisinden, en kendi halinde olanına birkaç semtinde yıllarca yaşamış yazar, bu kez Boğaz’ı gören evinin penceresinden kendi gördüğü İstanbul’una ve İstanbul’daki hayatına bakıyor. Atilla Birkiye’yle, İstanbul üzerine denemelerinden oluşan yeni kitabı ‘İstanbul’da Mavi Bir Tereddüt’e dair konuştuk...

Haberin Devamı

‘İstanbul’da Mavi Bir Tereddüt’, daha önceki İstanbul kitaplarınıza oranla çok daha fazla kişisel bir anlatıma sahip.

- Çok doğru. Kitabı bitirdiğimde acaba yayımlamasam mı, diye düşündüm. Öte yandan hem ‘içimi dökmem’ gerekiyordu yani yazınsal bir arınma da diyebiliriz buna; hem de işte, doğma büyüme İstanbullu bir yazar olarak şunca yılın gözlemleri, bugünkü şehrin ve benim sıkıntılarıma kilitlenmişti! Şunu da eklemeliyim: Bu yıl olmasa, birkaç yıl sonra yazacağım, dahası yazamadan yapamayacağım bir kitap bu.

Yani Atilla Birkiye’nin kendi İstanbulu’nu, tarihini, İstanbulluluğunu okuyoruz bu denemelerde, diyebilir miyiz?

- Evet ama ‘tarih’ demek biraz iddialı, bu kitap benim ‘kendi kent serüvenim’ desek daha doğru olur. Bir mimar, bir arkeolog, bir sanat tarihçisi ya da bir kent rehberi gibi değil, anlattıklarım. Soluduğum, gördüğüm, aklımda kalan İstanbul, yenisi ve eskisiyle... Tabii ki kırgınlıklar, sevinçler de buna dahil...

Her bölümün başında, önce İstanbul’un o günkü/anki ‘atmosferi’ni anlatıp sonra asıl anlatmak istediklerinize geçiyorsunuz. Haliyle, o günkü atmosferin hislerine göre mi yazıyordunuz yeni bölümleri?

- Sözünü ettiğiniz o bölümlerin başlangıcına, bir anlamda ‘giriş’ de diyebiliriz; o an ne görüyorsam ve ne hissediyorsam onu yazıyordum. Sabahın beşinde, akşamın altısında, gecenin ikisinde; fecirde, seherde, ay doğarken, güneş batarkenki Üsküdar’ın camları Çengelköyü’ne kadar yanmaktadır. Sonrası daha önce tasarladıklarımdı. Bunlar yaşadığım semtlerdi ve her biri için iki ay çalıştım. Yani o bölüm, beş sayfa da olsa, 20 sayfa da iki ay çalıştım.

Kitapta en az 50 yıllık bir tarihsel süreçten bugüne anlatılan İstanbul var. Boğaz’ı, Eyüp’ü, Bakırköy’ü... Bunlar Birkiye’nin İstanbul’la kişisel hesaplaşması mı yoksa doğduğu/büyüdüğü şehri koruyamayan bir yazarın itirafları mı?

- İkisi de doğru. Bu iki duruma denk düşen duygular içinde kaleme aldım. Kuşkusuz korumak bireysel olarak yapabileceğim bir şey değil. Ya da korumaya katkıda olmak. Hiçbir zaman öyle bir konumda olmadım. İstanbul ile ilgili sevecen, onun tarihini, yeşilini, mavisini, insanını korumaya çalışan yazılarım vardır. Bilirsin ki bunlar da işe yaramaz. Öte yandan şunu da itiraf edeyim ki kitapta da birkaç kez değindim, bazı durumlarda –az da olsa– devekuşu gibi kafamı kuma gömüyorum.

Çocukluğunuzun geçtiği Eyüp’teki ‘bozulmuşluk’ sanki sizi en fazla üzen bozulma/değişim gibi görünüyor.

- Bozulmuşluktan çok bir tuhaflık var; bir yandan insanların yaşam alışkanlıklarına, biçimlerine vb. saygı duymamız gerek. Öte yandan ‘estetik’ diye de bir şey olmalı insanın yaşamında, bir semtin gelişmesinde, fotoğrafında... Eyüp gözümü ilk açtığım semt olduğu için beni çok etkiliyor her gittiğimde. Ara sıra gidiyorum ama gidişlerimin çoğu çok tatsız nedenlerden dolayı. Bizim aile mezarlığımız orada ve ne yazık ki ölümlerle çok özdeşleşti Eyüp son yıllarda benim için. Sanırım bunun da etkisi var üzülmemde.

Kutluğ Ataman’ın video çalışmalarından birisiydi. Birkaç parçaya bölünmüş ekranda, Boğaz’ın birkaç farklı görüntüsü üst üste yer alır. Aynı yerden alınan görüntüler olmasına rağmen Boğaz hepsinde ayrı renktedir. Kitabınızda da İstanbul’un yaşadığı değişimleri Boğaz’ın ‘mavi tereddüdüyle’ anlatıyorsunuz.

- Her şeyden önce fiziksel, yani doğanın bir değişimi var. Günün her saatinde renklerin bize sunduğu şölen ya da hüzün. Bazen de sert rüzgâr ki belki haklı bir öfkeyi göstermektedir. Can sıkan somutluklar var. Örneğin, ha bire karşımda, yani Üsküdar’ın üstünde yükselen gökdelenler. Birileri bunu sevebilir buna bir şey demiyorum ama ben sevmiyorum ve İstanbul’un olup olmadık yerlerinden çıkmasını da doğrusu hiç benimsemiyorum. Öte yandan motorlar, vapurlar çoğaldı; bunu çok olumlu buluyorum, martılar da çok ama karabataklar azaldı ve ne yazık ki o simgesel yelkovan kuşları yok!

Belki de en başta sormam gereken sorulardan birisiydi: İstanbul’da Mavi Bir Tereddüt, sanki Atilla Birkiye’nin yeni mekânında yaşadığı tereddütlerin birer yansıması gibi.

- Kısaca şöyle söyleyebilirim: Hocam Nermi Uygur’un ‘Bunalımdan Yaşama Kültürü’ adlı kitabından esinlendim. Bendeki başka bir haldi. Aşksızlık ve bunun doğurduğu sıkıntı. Henüz bunalım değil ama kentin değişimindeki çirkinliklerin (bana göre tabii ki) eklenmesiyle büyüyen sıkıntıyı, kendi geçmişim ve şimdimle, yaşadığım semtleri eksen alarak yazmaya çalıştım. Bu zaten bir tereddüt hali; karşımda hüzün de var ki Boğaz’a ne çok yakışır ve dolayısıyla onun doğurduğu yalnızlık! İç sesim bazen çok yükseldi galiba...

Haberin Devamı

İçimi daÄŸlayan anlar...  Â

Emek Sineması: İlk kez sanırım 5-6 yaşlarında halamın kızı ressam Yurdun götürmüştü. Kitapta bunu anlattığım için kısaca şöyle: İşte ondan sonrası, hele de 19-20 yaşlarından sonrası bir aşk, bir tutkuydu Emek. Bu konuda geçmiş zaman çekimini kullanmak ne acı!
Haydarpaşa Garı: Yeşilçam’ın o gurbet kaçkınlarının ya da gurbet umutkârlarının, garın merdivenlerindeki şaşkın bakışları bir yana; iki yıl önce yanarken, o alevler içimi dağlamıştı!

Taksim Meydanı/Gezi Parkı: 1 Mayıs 1977’de alandan ayrılan en son bir avuç gencin içinde ben de vardım. Tanıklıklar bu meydanda çok, acılar ve haksızlıklarla dolu. Ama AKM’nin üstünden yükselen dolunay görüntüsü yılın birkaç zamanı gönül ferahlatıcısı. Şimdiki düzenlemeye pek aklım ermiyor da Gezi Parkı’nın sonundaki 70 yıllık o küçük yaya köprüsünün yıkılmasını aklım hiç almıyor. Gençlik yıllarımda bir aşkın el ele tutuşması vardır Gezi Parkı’nda; bir de Boğaz’a bakan köşesinden Çamlıca Tepeleri’nden doğan ay çok muhteşem görünür. İyi ki oraya bir çay bahçesi yapılmış.

Çamlıca Tepesi (ve yapılacak selatin cami): Caminin oraya yapılmasını doğru bulmuyorum. İstanbul’da camiler yapı olarak çok önemlidir; ancak bunlar daha çok Sinan’ın izi ve inceliğidir. Günümüzde ne yazık ki böyle bir kaygı yok. Çamlıca Tepeleri’nde çocukluğumda piknik yaptığımızı anımsıyorum; annemler, komşular biz çocuklar. 5-6 yaşlarında olmalıyım, sonra filmlerde sık sık karşılaşacağım o sahneleri: Öpüşen ağbileri, ablaları, ağaç dibindeki aşk yumağını, o zaman görüyorum.

Tarlabaşı/Sulukule: Sulukule için söylenecek pek bir ÅŸey yok. Çok yazık, gri, beyaz, siyah; rengârenk sevilmiyor! Orada çeliÅŸik bir durum da var ama hatıraları, yaÅŸam biçimlerini yok etmek, hiç hoÅŸ deÄŸil! Tarlabaşı’na gelince, ÅŸu günler bir felaket, sakın oralardan geçme...   Â

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!