Bir doktorun itirafı

Güncelleme Tarihi:

Bir doktorun itirafı
Oluşturulma Tarihi: Ekim 15, 2003 00:00

SADECE doktorlar değil, hepimiz zaman zaman bunu yapıyoruz. Mesleki deformasyon bu. İşimizi yapmaya o kadar alışıyoruz ki, aradaki süreçte insanlığımızı unutuyoruz. İnsani kabiliyetlerimizi kullanamaz hale geliyoruz. Bir gazeteci için bir felaket haberi ‘‘Yaşasın! Bugünkü manşeti de kurtardık’’ şekline dönüşebiliyor. Aşağıda okuyacağınız yazı da benzer türde bir örnek. Bir doktor tarafından kaleme alınmış. İşini iyi yapabilmek için o kadar konsantre bir vaziyette ki, mesleğinin özünün insanları mutlu etmek olduğunu bile unutabiliyor. Bir süre önce itiraflarınızı gönderin çağrısında bulunmuştum. Üzerinden epey geçti. Ama Dr. Kubilay Karşıdağ'ın gönderdiği öykü o kadar hoşuma gitti ki, yayınlıyorum. Kendisine de açık yürekliliğinden dolayı çok teşekkür ediyorum...* * *20'li yaşlarımın başlarında, tüm dünyanın kontrolünü elinde tutabileceğini sanan, Aristo mantığını düstur edinmiş bir salaktım. Bir de buna, iyi bir hastanede ihtisas kazanmış ve asistan olarak çalışmaya başlamış olmanın ukalalığını ve kendini beğenmişliğini de ekleyin. Ortaya çıkan ucubeyi gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz?Can ise 16 yaşındaydı.Kliniğin Hematoloji Servisi'nde (kan hastalıkları ve kan kanserlerine bakan bölüm), kaynağı belli olmayan bir tümör tedavisi için yatıyordu ve benim hastamdı.Yaşına göre çok daha iri yapılı, haşarı, kural dışı, bir hayli serseri, küstah, atak, ele avuca sığmaz, hastalığını umursamaz ve son derece canlı, dışarıdan baktığınızda kendisini çok kısa bir sürede ölüme götürecek bir kanserli olduğunu kesinlikle anlamayacağınız bir hastaydı.Oysa kanser tüm vücudunu sarmıştı.Akciğerlerini, beynini...Ama o, tüm bu ağır tabloya rağmen hepimizi deli edecek ve kendisine marazi bir acıma hissi duymamızı bile engelleyebilecek kadar ‘‘yaramaz bir çocuktu’’.Durumun bilincinde değil diye düşünürdüm.Ne kadar yanıldığımı, yatağının hemen yanında yatan hasta öldüğü zaman fark ettim.Koridorun köşesine çömelmiş, o vurdumduymaz umursamazlığı gitmiş, gözlerinde ölümü görmüş olmanın verdiği korku vardı. Can, gündelik yaşamında bu duyguyu biraz önce anlattığım sıfatlarla örtmeye çalışıyordu.İşin tuhafı, bizler de onun kısa bir süre sonra ölebileceğini aklımıza getirmiyorduk.Ama ilk kez ölümü bu kadar yakından hissetmişti.3-4 saat sonra eski haline döndü Can.9 günlük bir bayram öncesiydi. Durumu iyi olan hastaları ev iznine çıkarıyordum. Hocamla kim izne çıkar, kim çıkamaz onları tartışıyordum.Sıra Can'a gelince...‘‘Hocam, Can kesinlikle izne çıkamaz’’ dedim.‘‘Neden?’’ diye sordu.Ben de yaptığımız kemoterapi sonucu, kanındaki akyuvarların azalmış olduğunu, bunun vücutta çok kolay başlayıp öldürücü olabilecek enfeksiyonlara yol açabileceğini, o nedenle 9 günlük bayram süresince onu enfeksiyonlardan korumanın daha anlamlı olacağını söyledim. Kesinlikle eve gönderilmemesi gerektiğini ifade ettim. Hocam sonuna kadar beni dinledi ve sözlerim bitince, 13 yıldır unutamadığım şu cümleyi söyledi:‘‘Kubilay. Bırak çocuk bir bayram görsün. Belki bir daha göremeyebilir!’’O an, yer yarılsın da içine gireyim istedim.Ben hastamın etiyle, kemiğiyle, duygularıyla, inançları, zayıflıkları, beklentileri ve sevinçleriyle bir bütün, bir insan olduğunu unutmuş, ona düzeltilmesi gereken bir makine gibi bakmıştım.Yüzümün alev alev olduğunu hatırlıyorum.Can, izin haberini aldığında çok sevindi.Ve bu onun gördüğü son bayram oldu.(Dr. Kubilay Karşıdağ)
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!