Benim eşsiz varlığım Nazmiye Hanım

Güncelleme Tarihi:

Benim eşsiz varlığım Nazmiye Hanım
Oluşturulma Tarihi: Eylül 30, 2001 01:54

Özel soruları ilk kez yanıtladı.
"Çocuğumuz olsun isterdik. Allah vermedi. O zamanlar bugünkü gibi usuller de yoktu. Aslında her kadın güzeldir. Zaten mühim olan fiziki güzellik değildir. Meziyet önemlidir."

Ben ne diyecektim? Nasıl hitap edecektim? Sayın Cumhurbaşkanım mı? Beyefendileri mi? ‘‘Zatıáliniz’’ ve ‘‘huzurlarınız’’ kelimelerini mi kullanacaktım? Hiç bilmem öyle şeyleri. Ankara'da röportaj yapmak zaten hep germiştir beni. Ortak dil bulma sorunu çekerim. Nasıl giyineceğim? Laubali olmamayı nasıl becereceğim? Ne tür sorular sorulmaz? Ne ayıp olur ne olmaz? Sonunda ‘‘Süleyman Bey’’ hitabını uygun buldum. Ve size bir şey söyleyeyim mi, umurunda bile değil! O kadar hızlı ki. Belirli bir zaman aralığında belirli bir işi halletmekten başka hiçbir şeyi düşünmüyor. Gerçek bir mühendis. Bana 45 dakika ayırdı. Bu sürenin uzamaması için benim bütün sorunlarımı hallediverdi. ‘‘Protokol mrotokol takılmadan sen bildiğin gibi sor’’ dedi. ‘‘Yalaka kelimesinin kullanabilirsin, ayıp olmaz!’’ dedi. Tık- tık-tık işi bitirdi. En belirgin özelliği tabii ki zekası. İstediği soruya istediği gibi cevap verip, sizi kilitliyor. Sonunda ‘‘Ben ne sormuştum?’’ oluyorsunuz. Hatırlayamadığınız için de o bildiği gibi devam edip gidiyor! Bir yöntemi daha var. Hayranlık verici. Soruyu sordunuz, ilk cümlesinde mutlaka o size ya da kendisine bir soru soruyor, dahiyane bir yöntem, en az on saniye daha düşünme fırsatı yakalıyor! Yaşına göre müthiş dinç. Beyni bir elektrik sayacı gibi çalışıyor maşallah. Dış görünüşünde de biraz kilonun dışında faul yok. Ben farkında değildim ama röportaj bitip dışarı çıktığında Nazmiye Hanım hakkında ilk defa bu kadar uzun görüş bildirdiğini söylediler. Ah benim bir iki saatim daha olacaktı ki...

Siz bana hiç yaşlanmıyor gibi geliyorsunuz. Avokado da bu durumu açıklamaya yetmiyor. Ama Bülent Bey öyle durmuyor. Nedir bu?

- Genlerimiz farklı!

Dışarıdan bakınca, tamam, insan büzüşüyor, yaşlanıyor ama sizin içerdeki makine sanki tıkır tıkır devam ediyor...

- Yaşlanmayan insan yoktur. Ve yaş, her bünye üzerinde tahribatını yapar.

Sizde pek görünmüyor.

- Yok yok, bende de var. 40 yaşında değilim ki. 76 yaşındayım. Kafam tık tık tık çalışıyor ama şimdilik öyle...

‘‘80'den sonra benim durumumda da bir sakatlık olabilir’’ diyor musunuz?

- Öbür dünyaya gitmeyen insan var mı? Onu bir defa kabul edeceksiniz ve rahat edeceksiniz. O zaman yaşlanmaktan korkmazsınız biiir, öbür dünyaya gitmekten korkmazsınız ikiii.

Daha önce sizin için mutlaka gitmesi gerek diyenler şimdi ‘‘Keşke başımızda olsaydı’’ diyorlar. Bu işte bir tuhaflık yok mu?

- Herkes dış etkilerin tesiri altında kalır. Ama bu etkilere kendinizi kaptırır ve yönünüzü sizi eleştirenlere ya da övenlere göre tayin ederseniz kişiliğinizin icabını yerine getirmemiş olursunuz. O zaman da yol alamazsınız. Siyaset zalim bir iştir. Başarısızlığı kaldırmaz. Ticaret gibi. Nasıl ki ticarette zarar eden müessesenin kapısına kilit vurulur, aynı hesap, siyasette de öyledir...

Siz bu ülke için mi doğdunuz? Allahaşkına 50 sene ‘‘bu zalim şey’’in içinde neden yer aldınız?

- Bu ülke için doğdum demek uygun düşmez. Bir takım şeyleri celbeder. Hücumları yani. Ben anamdan doğdum. Anam bir güzel kadındı. Köylüydü. Beni besledi büyüttü. Bir hevestir okudum. Her şeyi öğrenmeye çalıştım. Öğrenmeyi su içer gibi keyifle yaptım.

Hálá devam ediyor mu öğrenme süreciniz...

- Evet efendim. Etmez mi? Bak masama. Öğrenmenin sonu olur mu?

ÊSiz annenizden ne için doğmuştunuz...

- Çalışmak için. Bana verilen ömrü değerlendirmek için...

Şu anda başımızda siz olsaydınız bir fark yaratır mıydınız?

- ‘‘Olsaydım, bunlar olmazdı’’ dersem lüzumsuz yere polemik açarım. Çünkü bu hayali. Ama işin gerçeğine bakalım: Bu kadar sene oldum, Türkiye bu durumlara düşmedi! Aslında 2001 yılında Türkiye bu noktalara gelmemeliydi. Yazık olmuştur, günah olmuştur. Dahası bu işin içinden nasıl çıkacaklarını da bilmiyorlar. Üstelik 11 Eylül'den itibaren Türkiye kendi meselesini tartışmaz hale de gelmiştir.

Kendinizi ‘‘yedek Cumhurbaşkanı’’ gibi hissettiğiniz oluyor mu?

- Hayır. Hiç. Ben o görevi bıraktım. Ben ilk defa bir görev bırakıyor değilim ki. Devlet Su İşleri Genel Müdürü'ydüm, bıraktım. Sonra 7 defa Başbakan oldum, 7 defa bıraktım. 21 sene Parti Genel Başkanı'ydım, her kongrede bıraktım...

Bir Nazmiye Hanım'ı bırakmamışsınız yani!

- Hayıııır. Nazmiye Hanım, canım! O benim parçam. 52 sene benim gibi bir adama tahammül etmek kolay mı?

Arada ‘‘Yeter artık!’’ demiyor mu? ‘‘Bana da zaman ayır’’...

- Ayırmıyor değiliz. Nasıl herkesin bir eşsiz varlığı vardır, benim eşsiz varlığım Nazmiye Hanım'dır. O benim arkam. Yalnız hanım olarak değil, her şeyiyle, benim arkam. Yüreğiyle, cesaretiyle...

Hayatınızın bu döneminde daha mı sıkı fıkısınız?

- Yok, hep öyle olmuştur. Bizim hayatımızda kargaşa çok oldu...

Ama şimdi de sakin bir hayat yaşamıyorsunuz, sürekli ortalıktasınız...

- Çünkü şimdi de entelektüel bir insanın uğraşması gereken sorunlarla meşgulüm...

Entelektüel faaliyetleriniz var yani.

- Tabii. Üniversitelere gider konuşurum, sadece bugünkü planıma göz at. 60 küsür kişiyle konuştum. Şu yarınki program. Önce sergi açacağım, sonra gideceğim Rotary toplantısında konuşacağım, derken İstanbul'da temelini attığım bir okulda konuşma yapacağım...

Niye yapıyorsunuz tüm bunları? Bir dakika boş vakit yok bu programlarda!

- Aklımdan zorum var... Diyemezsiniz!

ÊVe kendinizi asla emekli gibi hissetmiyorsunuz...

- Hayır efendim. Siyasetçi emekli olmaz ki.

Bu siyasetçiler ‘‘yaratık’’ gibi bir şey mi? İnsan at yetiştirmek ister, tavuk beslemek ister, daha bir dolu şey var yapacak. Ama sizin tercihiniz değil bunlar anladığım kadarıyla.

- İlla ki at ve tavuk yetiştireceğim diye siyasetten uzaklaşmak olmaz. Zaten herkesin de at yetiştirmesi lazım değil...

Ama insan ömrü de belli. Başlıyor bitiyor. Neden ömrünüzün 50 senesini bu işe vakfedesiniz ki...

- Doğru.

Yani sudan çıkmış balık gibi mi olursunuz? O yüzden mi vazgeçemiyorsunuz...

- Ben mühendisim, mühendislik bilgilerim de iyidir. Hálá herşeyi yapabilirim. Siyasetten bir türlü kopamayışımın nedeni, siyasetin insana hizmet sanatı olması. Siz insanları bırakamazsınız onlar da sizi...

Aktif siyasette rol almam demediğime göre, demek ki ‘‘Bir gün icap ederse alırım’’ anlamı çıkıyor. Bu, ülke şartlarının bana yükleyeceği sorumluluğa bağlıdır. Onu görürsem ‘‘Beyler, bu böyle olmaz, ben de bu işin içinde varım’’ derim, ortaya çıkarım. Ama Türkiye, bugün o noktada değildir, daha doğrusu beni harekete geçirecek noktada değildir.

Şimdiki usüller olsaydı çocuk yapardık

Çocuğumuz olsun isterdik. Ama olmadı. Allah vermedi. Meseleyi çok da büyütmedik. O zamanlar bugünkü gibi usüller de yoktu.

Olsaydı çocuk yapmaya çalışırdık ama bir yaştan sonra hem eşim hem de ben ‘‘Milletin çocukları bizim çocuklarımız’’ dedik.

Neden sizin şoförünüz, korumanız sizin hakkınızda iddialarda bulunmadı, kitaplar yazmadı?

- Ee sadakat ayrı bir şeydir! Yanımda çalışanlar şu saate kadar sadık çıktılar.

Jacques Chirac'ın başına gelenler sizin başınıza gelse, ne yapardınız?

- Başına ne gelmiş, bilmiyorum ki.

Bütün özel hayatı detaylı detaylı anlatılmış. Nereye gidermiş, hangi kadınlarla buluşurmuş...

- Cıvık. O iş cıvık. Muayyen bir çıtanın altına inilmemesi gerekiyor. Merak edilmesi icap eden, bu adam kimlere iyilik yapmış olmalıdır. Bak ben burada haftada iki gün açık kabul yapıyorum. Bana intikal eden her kişinin derdiyle meşgulüm. Biz hep beraber ‘‘social worker’’ gibi çalışmaktayız, bir miktar da ombudsmanlık yapıyoruz..

Tamam da yabancı siyasetçilerin özel hayatları oluyor. İnsani öyküleri var. Bizde öyle değil. Biz onları hep siyasetçi olarak görüyoruz. Karılarıyla ilişkileri, özel hayatları... Bizimkiler biyonik adam gibiler.

- Vardır herkesin özel hayatı, olmaz olur mu?

Biz sizinkini pek bilmiyoruz mesela.

- Bu benim kusurum değil. Bilenler vardır...

Bunca yıl Nazmiye Hanım hiç sesini çıkarmadan sizin politika sevdanızı gerçekleştirebilmeniz için arkanızda durdu. Rauf Denktaş'ın karısı bu durumdan son derece şikayetçi olduğunu söylemişti. ‘‘Yeter artık çekilsin’’ diyordu. Nazmiye Hanım hiç dedi mi?

- Hayır.

Melek o zaman...

- O da insan. Ama benim yaptığım işin lüzumuna baştan inanmıştır. Bu işlere girerken, anama da babama da eşime de sordum. Çünkü onların hepsine zarar verebilirdim, nitekim, verdim de... Bana yöneltilen eleştirilerde onların benim kadar dayanıklı olabilmesi mümkün değildi. Onları üzdüm. Bütün ailemi üzdüm ben.

Haksızlık ettiğinizi düşünür müsünüz Nazmiye Hanım'a?

- Etmemeye gayret ettim.

ÊNasıl gönlünü alırsınız onun?

- O çok iyi bir kadındır...

Sizi çok mu ciddiye alır? ‘‘Hadi be ordan!’’ yapmaz mı?

- Kendisi bir köylü kızıdır. Benim zaten kuzenimdir. Akrabamdır. Beraber büyüdük. Ben onu aldım her yere götürdüm, gösterdim, ‘‘Bak ne için uğraşıyoruz anla’’ dedim ‘‘Şu insanlar bir bardak içecek suya muhtaç. Akşam olunca, buralar karanlık. Toprak çatlamış’’...

İyi de ben Nazmiye Hanım'ı sormuştum..

- Geliyoruz ona. Bana niye mi tahammül etti? İşte tüm bunların peşinde koştuğum için!

Siz neden kuzeninizle evlenmiştiniz?

- Aile işleri. Aile gelenekleri...

Hayattaki ‘‘havuç’’larınızdan biri aşk olmamış galiba...

- Girmiyorum o meselelere. Benim yaşımdaki bir adam için cevaplanacak sorular değil...

Bu yaşta şöyle düşünüyor musunuz, ‘‘Keşke Nazmiye'yle çocuklarımız olsaydı. Zamanında yapsak iyi olurdu. Şimdi onların da çocukları olurdu...’’

- Çocuğumuz olsun isterdik. Ama olmadı. Allah vermedi. Meseleyi çok da büyütmedik. O zamanlar bugünkü gibi usüller de yoktu. Olsaydı çocuk yapmaya çalışırdık ama bir yaştan sonra hem eşim hem de ben ‘‘Milletin çocukları bizim çocuklarımız’’ dedik.

KİTABIM ÇATUR ÇUTUR

Gelecekten neler bekliyorsunuz? Mesela şöyle diyor musunuz: ‘‘Az zamanım kaldı. Hálá şunları, şunları yapamadım, mutlaka yapmalıyım...’’

- Doğduğum köyde kardeşim Demokrasi ve Kalkınma Müzesi yaptı. O müzenin yüzde 90'ını tamamladık, halen o müzeyi donatmakla meşgulüm. Bir de hatırattan ziyade, bir ‘‘memoir’’ yazıyorum. 50 senelik tecrübem. Bu tecrübeleri hatalar yaparak kazandım. Ve bu hataların çoğunluğunun bedelini millet ödedi. Genç nesillere borcum var, yazarak ödeyeceğim.

Katur kutur mu olacak? Yani didaktik bir dille mi yazılacak?

- Hayır, çatur çutur olacak!

Ferhan Şensoy da anılarını, tecrübelerini yazmış ama nasıl eğlenceli...

- Eğlenceli olamaz. Onun janrı başka. Bizimki ağırbaşlı ve düşündürücü olacak.

Açık açık yazamazsınız değil mi? İnsanlar kırılır, alınır...

- Yazarsınız da basmazsınız. Ancak öldükten sonra yayımlanır.

Konumunuz itibariyle etrafınızda çok miktarda ‘‘dalkavuk’’ olması muhtemel. Siz bir insanın küt diye ‘‘yalaka’’ olup olmadığını anlar mısınız?

- Hayır. Nereden anlayacağım? Mümkün değil ki bu. İnsan, beşerdir şaşar!

Ama insan büyüdükçe herşeyin ona tanıdık geldiği söylenir...

- Yok onlar öyle zanneder!

Siz yeteri kadar kendinizi tanıyor musunuz? ‘‘76 yaşındayım ama hálá kendimi tam tanımıyorum’’ diyor mu insan? Aslında merak ettiğim şu: Meseleler kaçından sonra çözülüyor?

- Çözülmüyor ki! Bir ömür, meseleleri çözmeye yetmez. Bir ömür, bu dünyayı öğrenmeye yetmez. İnsanları anlayamazsın. Gelir geçersin. Kazak şairin dediği gibi, ‘‘Yalancı dünya/ Hevesini toprağa götürmemiş kimin var/ Önünde ümit, arkasında pişmanlık...’

Kemal Derviş bana sempatik gelmiyor

Siz bir rakam adamısınız, daha önce de bir sürü kriz gördünüz. Bu kriz gibisini Türkiye yaşamış mıydı?

- Hayır! Zaten bu kriz, garip bir krizdir. Nesi mi garip? Türkiye'nin benzini var, mazotu var, yiyecek buğdayı var. Ekmek karnesine ihtiyaç yok, benzin kuyrukları yok. Şekeri var, ampulü var, elektriği var. Karanlıkta oturmuyor Türkiye. Yolları insan dolu. 18 tane milli kanalı var, dünyanın en lüks mağazalarında ne varsa, onlar var. Halkının cebinde 37 buçuk milyar dolar para var... Ve Türkiye'de kriz var. İyi mi!

Peki siz bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?

- Bunun adına kriz demek yanlış! Tamam, Türkiye'de yoksulluk da var ama Türkiye'de bir gecede 100 milyon verip yemek yenen restoranlar da var. Türkiye bütün bunlardan müspet bir şey çıkarmalıdır.

Türkiye bu krizi atlatır mı? Net ve kesin olarak ne zaman üstesinden gelir?

- Kendi kendimizi krize soktuk. Türkiye hiçbir zaman 2001 yılındaki kadar zengin olmadı! 260 milyon dönüm arazisi ekiliydi, 30 milyon ton buğday çıktı. Bütün ağaçları meyveliydi, 3 milyona kiraz sattı köylü. Türkiye, hasta adam değil, yok öyle şey...

Nasıl atlatacak peki?

- Becerecek o işi...

Kesin bir tarih var mı? Üç vakte kadar, beş ay, beş yıl...

- Yok, onları söylemem. Ama milletlerin ‘‘deniz bitti’’ diye bir kaderleri yoktur. Bundan evvelkilerde nasıl çıkmışız bu işin içinden diye bakmak lazım. Her zamankinden daha kolay olacak...

Kemal Derviş size de sempatik geliyor mu?

- Hayır! Kurum olarak yanlış. 8 ay mı oldu? Bunalıma girildiği zaman, 100 gün zarfında bunalımın ortadan kalkacağının belirtileri gelmezse siz başarılı değilsinizdir. Ama benim şahıslarla işim yok. Ayrıca dışarılardan bir adam bulmak, onu Türk kamuoyuna mucize adam diye takdim etmek, söylediklerinin de mucize formüller olduğuna inanmak Türkiye'nin dışarıdaki imajını çok kötü hale getirmiştir. ‘‘Amma da hasta Türkiye’’ diyorlar, ‘‘Kendi içinden adam bulamadılar, gittiler dışarılardan buldular...’’

Var mıydı kendi içimizden adam?

- Bir değil bin tane vardı! Türkiye, imajını, kendi kendine tahrip etmiştir.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!