Ah, fotoğraf makinem olsaydı...

Güncelleme Tarihi:

Ah, fotoğraf makinem olsaydı...
Oluşturulma Tarihi: Ekim 07, 2003 17:20

Bu sahneyi size iyi anlatmam lazım, ayıbımı örtmek için. Çünkü, genç bir gazeteci bana böyle bir sahneye şahit olduğunu söylese, “Çektiğin fotoğrafı göreyim!” derdim, “Yanımda fotoğraf makinesi yoktu, abi...” diye mazeret bildirenin da canına okurdum. Aynı haltı ben ettim...

Haberin Devamı

Bir hafta, on gün kadar önce.

Yer Levent, Nispetiye Caddesi.

Bilmeyenler için söyleyeyim (Herkes İstanbullu olacak, her İstanbullu Levent’i bilecek diye bir şart yok.) İstanbul’un en şık semtlerinden Levent’in, bir diğer en şık (ve şu sıralar üzerindeki ticaret merkezleri, lokantalar, kafeler vs sebebiyle çok ‘in’ olan) semti Etiler’e doğru uzanan ana caddesi.

Bir küçük masa. Alçak bir masa, çay masası gibi... Üstünde bir yuvarlak, beyaz, kenarları dantelli masa örtüsü. Bir fincan Türk kahvesi, yanında (toz girmesin diye ağzında küçük bir dantelli örtü duran) bir bardak su, bir kül tablası, bir paket cigara (Küçük Malbora, kutu hani) ve üstünde altın kaplama bir Danhil çakmak.

Bir iskemle. Oturanın altında kaybolduğu için detayını veremeyeceğim. Ama oynak, yere iyi basmıyor belli.

Ve oturan!

Siyah takım elbise. Beyaz gömlek. Elbise, başbakanlığının ilk günlerindeki Turgut Özal’in hani iki nümero dar gelen takım elbiselerine benziyor. Kolları patladı fırlayacak. Kan kırmızı bir kravat. Epey kısa bağlanmış, nal gibi bir düğüm. Plastiğimsi, sert kravatın ucu, kahverengi deriden örgü kemerin sıktığı göbeğin yarattığı haysiyetli çıkıntı sebebiyle, havaya dikili duruyor. Kalın bacaklar yüzünden pantolon dize doğru sıyrılmış, sivri burunlu, yumurta topuklu siyah pabuçların içine giyilmiş beyaz çoraplarla pantolon paçası arasında bir miktar süt beyazı, kara kıllı baldır dikkati çekiyor.

Yüzümüz epey bir etli, sıksan yanağımızdan kan damlayacak. Muhtemelen az önce mahalle berberinde olduğumuz sinek kaydı tıraşın pembeliği geçmemiş henüz, tütün kolonyası tahriş etmiş hassas cildi. Saç, uzunca ama belli, aynı berberde fön görmüş sabah. Ön tarafı “muz” şeklinde ileride, kabarık. Hani Elwis modası. Favoriler de o modaya uygun, bayağı. Siyah gözlükler, üstü altın rengi metal, zifiri gözlükler.

Göbeği elverdiği kadar, altındaki küçük iskemlenin dengesini de kollayarak öne eğiliyor, tek taşlı serçeparmağını “zaarif” bir şekilde havaya kaldırarak fincanın sapını iki parmağıyla tutuyor, kahvesini ağzına götürüp küçük bir hüp alıyor, yine arkasına yaslanıyor.

Ve keyifle, cigarasını etli ve kıllı parmaklarının arasına, parmak uçlarına yakın değil, el ayasına yakın yere kıstırarak, derin bir nefes çekiyor, gelen geçeni seyrediyor. Arada bir, bacak bacak üstüne atmayı deniyor, ama iskemle oynak, bacaklar da bu iş için fazla kalın. Vazgeçiyor. Bu zor hareket, taşan göbekle, kemer ve pantolon arasındaki hassas dengeyi sarstığı için, iki başparmağını zar zor kemeriyle yağının arasına sıkıştırıp, bulunduğu yerde şöyle küçük bir hoplamayla göbeği yerine oturtuyor tekrar. Eğilip kahveden bir hüp, Malbora’dan bir fırt, göbeğe bir hop... Sırtına yaslanıp, geçen kadının yırtmacına bir göz atıyor şöyle.

Ah pardooon, en önemli detayı söylemeyi unuttum:

Bu ehlikeyf, evinin balkonuna yahut bir kafenin terasına değil, Nispetiye Caddesi’nin... kaldırımına atmış masasını, eski bir çınarın altında oturuyor. Bir oto galerisinin önü. Galerinin sahibi olabilir mi?

Kaldırım epey işlek bu saatte, kadınlar, öğrenciler, iş için koşuşturan insanlar. Herkes ağa’nın yanından geçip gidiyor. Bakıyorum yadırgayan var mı? Yok. Dişçi randevum olmasa çökeceğim yanına. Tadına doyulmaz bununla sohbetin.

Artık bir daha sefere...

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!