1.Dünya Savaşı yıllarında Türk Askeri Kıyafetleri

Güncelleme Tarihi:

1.Dünya Savaşı yıllarında Türk Askeri Kıyafetleri
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 06, 2007 00:00

Dile kolay, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nda tam bir milyon asker vardı. Subay, astsubay ve erlerden oluşan bu ordu, Galiçya’dan Kafkasya’ya, Gelibolu’dan Kırım’a, Yemen’den Trablusgarp’a kadar geniş bir coğrafyada savaştı. Süvariler, piyadeler, kayak birlikleri, bahriyeliler, havacılar, sıhhiyeciler, topçular tam dört yıl boyunca kar demeden, kış demeden, durmadan, dinlenmeden o cepheden bu cepheye koştu. Peki bu bir milyon asker ne yiyip ne içti, nasıl giyinip kuşandı?

Tunca Örses ve Necmettin Özçelik bu soruların cevabını yıllarca araştırdı. Arşivleri, özel koleksiyonları, müzeleri, aile albümlerini taradı. Tunca Örses (58), İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda keman, viyola ve piyano eğitimi görmüş bir sanatçı. Necmettin Özçelik ise ABD’de Indiana Üniversitesi mezunu bir ekonomist. Türkiye’nin kurtarıcılarına derin saygı ve vefa borcunu ödeme arzusuyla bir araya gelmişler. Kendileri gibi düşünen bir avuç araştırmacıyla Harp Tarihi Araştırma Grubu’nu kurmuşlar. Sonra da oturup birlikte bu kitabı yazmışlar: I. Dünya Savaşı’nda Türk Askeri Kıyafetleri. Bize, kıyamet günlerinde en ince ayrıntısına kadar askerlerimizin nasıl giyindiğini fotoğraflar ve çizimlerle anlattılar.

Tüfekle teçhizatlanmış askerin kıyafetiyle, tüfeğe göre organize olan savaşçının giysileri birbirinden farklı olmak zorundaydı. Harp meydanlarında daha çevik hareket etmelerini sağlayan, düşmanı sessizce kuşattığında arazinin rengine uyabilen yeni bir model ortaya çıkmalıydı. İngiliz, Fransız ve Alman orduları hızla değişmişti. Japonlar, Samurayları ortadan kaldırıp modern bir ordu kurdu. Osmanlı Ordusu da Japonya’daki gibi bir süreç yaşadı. "Gávur icadı silahlarla savaşmayız, gávurların kisvelerini giymeyiz" diyen Yeniçeriler girdikleri her savaşta yenilmeye başlamıştı.

Osmanlı’da modernleşmenin öncülerinden Padişah III. Selim döneminde her şey değişmeye başladı. Prusyalı Albay Von Goetze’nin, 1798’de Osmanlı Ordusu için hazırladığı raporun ardından "yeni düzen" anlamına gelen Nizamı Cedid hareketi başladı.

Ardından Mareşal Von Moltke dört yılını Türkiye’de geçirip Padişah’a danışmanlık yaptı. II. Mahmud reform hareketini hızlandırdı. Yeniçeri ocağını lağvederek modern ordunun geliştirilmesini sağladı. Ve askerlerin yüzyıllardır üstlerinde taşıdığı giysiler değişmeye başladı.

FES GİTTİ, SERPUŞ GELDİ
/images/100/0x0/55ea1068f018fbb8f869014e

Değişim dalgası II. Abdülhamid döneminde de sürdü. Ama en büyük reform 1913’ün sonlarında gerçekleşti. Enver Paşa, askeri ataşe olarak Berlin’de bulunduğu sırada Töton geleneklerine bağlı disiplin anlayışıyla eğitilen Alman Ordusu’nun yenilmezliğine inanmıştı. Harbiye Nazırlığı görevine gelince ordu içinde yenileşmeye direnen bütün güçleri kısa bir zamanda temizledi. Ortaya çıkan yenileşme dalgası sırasında askerler, talim alanlarında marşlar söyleyerek, Alman Ordusu’nun yürüyüş biçimi olan sert kaz adımlarıyla geçit törenleri yapıyordu. Osmanlı Ordusu’nun mevcudu 820 bine çıktı. Muharip sınıf dışındakilerle bu sayı 1 milyona ulaştı.

Türk Ordusu, silah, araç-gereç, disiplin ve eğitim geleneklerini değiştirmeden beş yıl kadar önce yeni savaş koşullarına uygun kıyafetler konusunda devrim yapmıştı. Padişah buyruğuyla 18 Haziran 1909’da yürürlüğe giren "Elbise-i Askeriye Nizamnamesi" ile, kara kuvvetleri için tasarlanan yeni üniformalar belirlenmişti.

Bir yılda üniformalar tepeden tırnağa değişti. Değişim "fes"ten başlamıştı. Yaklaşık yüz yıldır kullanılan kırmızı fesin yerine haki renkli fes gelmişti. Bugün ne yazık ki hálá, romanlarda, belgesel ve sinema filmlerinde, Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarındaki Türk askerlerinin başına kırmızı fes geçirmekte ısrar edenler çıkıyor. Oysa 1909’dan itibaren sedece fes değil, subay ve erlerin giydiği üniformanın rengi de hakiye dönüşmüştü. Subayların kıyafetleri şayaktan, erlerinki ise aba kumaştan imal ediliyordu. Birkaç yıl içinde haki fes, yerini serpuşa bırakıp tarihe gömüldü. Bir tür Laz başlığının tutkallanarak sertleştirilmesiyle imal edilen serpuş, ileriki yıllarda o dönemin başkomutan vekili Enver Paşa’nın isminden alınan ilhamla "Enveriye" olarak tanınacaktı.

ŞAPKA KAVGASI

Savaş yıllarında ortaya bir de "Cemaliye" adında bir başlık çıktı. İttihat Terakki’nin iki güçlü komutanı Enver ve Cemal paşaların rekabeti, bahriyenin yeni şapkasına isim olarak yansıdı. 13 santim yüksekliğinde, silindirik biçimli ve günlük siyah kıyafetlerle giyilmek üzere 1916’da imal edilen yeni şapka, Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın adını alarak Cemaliye oldu. Başlıklar, iklim koşullarına ve farklı coğrafyalara göre şekil değiştirebiliyordu. Örneğin, Irak, İran, Hicaz ve Filistin cephelerinde savaşan sahra birlikleri üniformalarının üzerine kefiye ve agel adlı başlıklar takıyordu.

Bilirsiniz; Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’nda Kocatepe’den Afyon Ovası’na bakarken betimlediği Mustafa Kemal ile ilgili bir bölüm vardır. "Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. / Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam / nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu..."

Hepiniz şayak kalpağın ne zaman kullanılmaya başlandığını merak ediyorsunuzdur. Cevabı: 3 Ağustos 1910’dan itibaren. O tarihte yayınlanan "Askeri Serpuş Talimatnamesi"yle başlıklara düzen getirildi. Subaylar, çalışma ve resmi tatil günlerinde haki renkte astragan kalpak takmak zorundaydı. Kitaptan, halk arasında şayak kalpak olarak bilinen ve Nazım’ın şiirine de yanlış yansıyan başlığın aslında karakul kuzusu postundan elde edilen, hareli, kıvır kıvır bir kürk çeşidinden imal edildiğini öğreniyoruz.

Subay kıyafetleri, setre ya da günlük ceket, düz ve külot pantolondan oluşuyordu, çizme ya da kundurayla tamamlanıyordu. Subaylar günlük üniformaları dışında, cuma selamlıkları, ziyafet ve törenlerde, sivil yaşamda karşılığı redingot olan setre ceket kullanıyorlardı. "Katibim" şarkısındaki "Katibimin setresi uzun, eteği çamur" bölümünden hatırladığımız setre, lacivert kumaştan bir tür tören ceketiydi. Törenlerde setrelere köprülü ve püsküllü apoletler takılıyordu.

O devrin subay paltoları ve pelerinleri ise göz kamaştıracak kadar güzeldi. Ceketlerin ve paltoların yakalarındaki, sınıflarını gösteren renkli çuha parçaları üniformaya zarafet kazandırıyordu. Paşalar yakalarına kırmızı, tayyareciler turuncu, levazımcılar eflatun, nakliyeciler mor, süvariler gümüş renkli çuha takardı.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!