Karşılıksız bir şey yapmanın mutluluğu hiçbir şeyde yok

İnanılmaz güzel mavi gözleri var. İnsana huzur veriyor. Sesi mum ışığı gibi, konuşurken titriyor. Ama yaptığı işler dağı yerinden oynatmak gibi, o kadar önemli, o kadar değerli.

Odyoloji uzmanı Ayşen Erdil, bundan sonra hayranlıkla izleyeceğim, bence topluma rol model olması gereken biri. Bir seyahatinde yolu bir köye düşüyor ve aynı anda beynine bir ışık. Çünkü insanların sağlık hizmetlerine ihtiyacı var ama buna ayırabilecek gelirleri yok. O da İstanbul’dan hekim arkadaşlarını topluyor, onlarla birlikte dağ, taş, bayır Anadolu’nun köylerini dolaşıyor, sağlık taraması yapıyorlar. Yetmiyor Azerbaycan, Gürcistan, Kafkaslar’da 13 köy /images/100/0x0/55eab8e6f018fbb8f89287f0ve son olarak Afganistan’a gidiyorlar. Onlar bence müthiş Türk doktorları! Oralara sağlık, insanlık ve iyilik götürüyorlar. Yıllarca bu işi kendi başlarına yaptıktan sonra birkaç yıl önce dernekleştiler ve Symiosis’i (Sağlık ve Doğa Gönüllüleri Derneği) kurdular. Symiosis, birbirine hayat vererek yaşamak anlamına geliyor. Simgesi ağaçkakan. Ormanda kurumakta olan ağacı buluyor, gagalıyor, ağacı kurutan kurtları yiyerek karnını doyuruyor ve aynı zamanda da ağaca yeniden hayat vermiş oluyor...

Sizi tanıyabilir miyiz?

- Adım Ayşen Erdil. Amerikan Hastanesi’nde çalışıyorum. Odyoloji uzmanıyım. İşitme ve denge bozukluklarıyla ilgiliyim. Psikoloji okudum, ardından da odyoloji master’ı yaptım.

Kendi halinde bir odyoloji uzmanıyken, insanlığına hizmet boyutuna nasıl geçtiniz?

- Oooooo bu laf çok iddialı, insanlığa hizmet! Yaptığımız bu mu bilemiyorum, bildiğim tek şey kendiliğinden oldu. 10 yıl kadar önce bir seyahatim sırasında bir köye gittim, oradakilerle sohbet ediyordum "Abla sen ne iş yapıyorsun?" filan dediler, anlattım, "Benim kulağıma baksana" dedi biri, diğeri "Benim de midem kötü" dedi, öbürü karaciğerinden şikayet etti. Ve gördüm ki İstanbul’dan gelen birine, bir hekime, bir sağlıkçıya o kadar büyük bir ihtiyaç vardı ki, ağzımdan dökülüverdi: "Size söz veriyorum. Buraya yine geleceğim ve mideye, karaciğere, kalbe bakan hekimler getireceğim." İstanbul’a dönüp hekim arkadaşlarıma bunu anlattım, cevapları beni çok şaşırttı: "Hadi ne zaman gidiyoruz!" Olay işte budur. Her şey böyle başladı. Gönüllü hizmet çok acayip bir şey, bir kere başladın mı duramıyorsun, vazgeçemiyorsun, bizim durumumuz da bu, her altı ayda bir birbirimizin suratına bakıp "Eee şimdi nereye gidiyoruz?" diyoruz. Üstelik senelik izinlerimizi kullanarak gidiyoruz.

Nedir bu? Delilik mi? İyi kalplilik mi? İnsan niye rahatını bozsun, Güney’de bir yerlerde yan gelip yatmak varken Allah’ın unuttuğu bir köye gitsin...

- Bakın, ben Amerikan Hastanesi’nde hasta tedavi ediyorum ama karşılığında bir para alıyorum. Yaptığım şeyin karşılığı var yani. Oysa köylerde insanlara sağlık hizmeti götürmenin bir karşılığı yok. Karşılıksız bir eylem. Ve ben 50 yaşımdan sonra keşfettim karşılıksız bir şey yapmanın keyfini, mutluluğunu. İnanır mısınız bu hiçbir şeyde yok. Müthiş bir tatmin. Olağanüstü bir huzur. Herkese tavsiye ediyorum. Bizler karşılıksız pek az şey yapıyoruz hayatta.

10 yıldır sürekli gidiyor musunuz bir yerlere?

- Evet, evet. İlk gittiğimiz yer Van’ın Selim ilçesiydi. Sonra yine Van’nın Gevaş ilçesi, derken Mardin, Kızıltepe, Delik, Nusaybin, Hakkari, Yüksekova, Şemdilli... Gönüllü doktorlar olarak 5-6 arkadaş bir araya gelmiştik, bir şey kuralım filan diye de yola çıkmadık. Çünkü gittiğimiz bazı köylerde derneklere karşı reaksiyon gördük. O yüzden de dernek-mernek olmaya çaba sarfetmedik. Gideceğimiz yerin valisine telefon açıyorduk, "Vali Bey, biz iyi insanlarız, hekimlerden oluşan bir grubuz, gelip sizin vatandaşlarınıza ücretsiz olarak sağlık taraması yapmak istiyoruz" diyorduk.

Doktorlar hep aynı mı, değişiyor m?

- Hep aynı kalanlar da var ama sürekli yenileri de ekleniyor.

Bu hizmetten esas olarak kimler yararlanıyor?

- Çocuklar. Biz tarama yapıyoruz. Tarama, aslında keşfedilmemiş, kendisini ifade edememiş hastalığı bulmak için yapılır. Çünkü büyükler söyleyebiliyor; "Şuram ağrıyor, buram bilmem ne" diye, küçükler ise dertlerini dillendiremiyor. Ama tabii büyükler de gelirse, "Sen niye geldin?" diye geri çevirmiyoruz, kimin yardıma ihtiyacı varsa bakıyoruz.

Ne kadar süre kalıyorsunuz bu köylerde?

- Türkiye içinde bir hafta. Çünkü sonra işi büyüttük, yurtdışına da gitmeye başladık, o zaman daha uzun kalıyoruz.

Peki gittiğiniz yerin, o yardıma ihtiyaç duyan çocukların ne kadar etkisinde kalıyorsunuz?

- Çok. Her seferinde sarsıcı oluyor, kendimize gelmemiz zaman alıyor, yüzlerce öykü ile dönüyoruz. Van’ın Gevaş ilçesinde bir savcı bey vardı, "Hapishanede de tarama yapabilir misiniz?" diye bizden rica etti. "Olur" dedik. Ben sessiz bir odada işitme testi yapıyorum. İçeri heyula gibi bir adam girdi, 25’lerinde ama dev gibi, iri yarı, bıyıklı biri. "Ne şikayetiniz var?" dedim, "Kulaklarım çınlıyor" dedi. Test yaptım. Baktım gerçekten de işitmesi az, biz gürültüye bağlı işitme kaybı deriz, "Oğlum, sen yüksek gürültüye mi maruz kaldın?" dedim. "Evet" dedi. "Ne gürültüsü?" dedim. "Silah sesi" dedi. "Ay" dedim, "Sen de o düğünlerde havaya ateş edenlerden misin?" "Yok efendim" dedi. "Peki nereden buldun o zaman silahı?" dedim. "Ben 8 yıl dağdaydım" dedi. Otomatik reaksiyonum şöyle oldu: "Annen seni çok merak etmiştir! Utanmıyor musun onu üzmeye." Çocuk gergindi, gülümsemeye başladı. Ertesi gün de savcı bey bana "Onlara vatan haini deniyor, kalleş deniyor, her şey deniyor ama annen seni merak etmiştir diyeni ilk kez duydum" dedi. Meğer PKK’lı imiş, teslim olmuş, idama mahkum etmişler, sonra itirafçı olmuş, 10 seneye çevrilmiş. Aradan çok uzuuun yıllar geçti, beni telefonla aradı buldu, dedi ki "Sizin dışınızda kimse bana hayatım boyunca bu kadar insani davranmadı, sizi hiç unutmadım." Ve ekledi: "Annem beni hiç merak etmedi!" Evlendi, çocukları oldu, hálá görüşürüz.

Ne zaman dernekleştiniz?

- Birkaç sene önce. Çünkü sınır tanımayan doktorlar filan demeye başladılar bize, Fransa’da vardır onlar bilirsiniz, biz de istedik ki bizim ismimiz farklı olsun, onlardan apartmış olmayalım. Ve Symiosis’de karar kıldık. Bazı arkadaşlarımız Türkçe olmadığı için sevmiyor ama Türkçe’de tam karşılığı olan bir kelime de bulamadım, derneğimizin adı Symiosis olarak kaldı.

Nedir anlamı?

- Birbirine hayat vererek yaşamak anlamına geliyor. O yüzden de amblemimiz ağaçkakan. Ağaçkakan şahane bir hayvan, tam da bu işlevi yapıyor. Ormanda uçarken hasta ağacı buluyor, gagasıyla vurarak ağacı kurutan kurtları dışarı çıkartıyor, onları yiyerek kendini besliyor, ağaca da yeniden hayat kazandırıyor. Tüm bu eylemin adı da symiosis. "Sim" birlikte demek, "bio" da yaşam. Birlikte yaşama ilmi.

Siz hep bu dernekle mi yatıp kalkıyorsunuz?

- Yok canım. Ama bir proje varsa, evet onu tamamlayınca kadar onun üzerinde yoğunlaşıyoruz. Sonra yine işime ve hobilerime dönüyorum. Bir sonraki projeye kadar.

Hobi dediniz?

- Dalıyorum, trekking yapıyorum. Hepsine 50’den sonra başladım. İyi bir tırmanıcı sayılmam ama Everest Base Camp’a kadar yürüdüm, 5400 metre. Ağrı’ya çıktım, orayı temizleyelim diye bir işe kalkışmıştık, zor bir dağdır Ağrı, her taraftan rüzgar alır, bir de Klimanjero’ya çıktım.

Yurtdışında nerelere gittiniz Symiosis olarak?

- Gürcistan, Azerbeycan, Batı Kafkaslar’daki 12- 13 kasabayı dolaştık.

Hayat kurtardığınız oldu mu?

- Oldu. Çok acil hastaneye yetişmesi gerekenler oldu. Ama biz mucize yaratan şeyler yapan bir ekip değiliz. Yine bir sürü insana faydamız olmuştur.

Bence olağanüstü önemli bir şey yapıyorsunuz. Ben bu farkındalığınızın ne zaman, nasıl başladığını merak ediyorum. İnsan hayatında bir dönem geliyor da, başkaları için de bir şeyler yapmaya ihtiyaç mı duyuyor?

- Bu biraz etrafı görebilme meselesi. Bir başkasının nasıl yaşadığını, ne eksikliklerle karşı karşıya olduğunu hissedebilme, fark edebilme meselesi... Ben artık bana köyden gelen bir hastanın hangi çileleri, ne tür acıları çekerek geldiğini biliyorum, farkındayım, gördüm çünkü. Bu dünya iyiye gitmiyor, bu sistem de iyi bir sistem değil. Hepimiz bunu kabul ediyoruz. Bu dünyada bir sürü yanlışlık oluyor. Tamam, mümkün değil dünyayı kurtaramayız, ama olsun, elimizden geleni yapmalıyız, bir ucundan tutmalıyız, yapabildiğimiz kadar katkıda bulunmalıyız.

Çok mütevazısınız. Egonuzu geride tutmayı başarabiliyorsunuz. Genellikle bu tür şeyleri yapanlarda gizli kibir oluyor, sizde yok. Anlatırken bile yanlış anlaşılmasın diye tedirgin oluyorsunuz.

- Çünkü çok büyük değerler yüklemek istemiyorum yaptığımıza, herkes yapabilir. Herkes bir araya gelip sivil toplum örgütü kurabilir, aktif olabilir, ihtiyacı olanlara yardım edebilir. Bizim gibi Afganistan’a gitmeleri gerekmiyor, yaşadıkları semtte ihtiyacı olanlara yardım etseler yeter.

12 müthiş Türk doktoru Afganistan’da

Afganistan’da ne umuyordunuz ne buldunuz?/images/100/0x0/55eab8e7f018fbb8f89287f2

- Ağlamak istiyor insan Afganistan’da. Hiçbir çocuk, hiçbir kadın, hiçbir erkek, hiçbir insan o şekilde yaşamaya layık değil. İçler acısı bir sefalet. İnsanlık ayıbı Afganistan’da yaşananlar.

En çok neye şaşırdınız?

- Son 9 senedir dünyanın en medeni ve en varlıklı ülkeleri Afganistan’da garnizon kurmuşlar, kendi şehirlerinin içinde yaşıyorlar ama Afganistan halkına bir gıdım faydaları yok. Mesela bir Amerikan zırhlı aracının 200 metre yakınına hiçbir araba yaklaşamıyor, hemen makineli tüfek çıkarıyorlar. Bir tek üzerinde Türk bayrağı olan arabalar silahsız dolaşabiliyor. Türkleri müthiş seviyorlar. Atatürk’le Amanullah Han’ın büyük bir dostluğu varmış zamanında. Türkler onlara hiç kalleşlik yapmamışlar, hep dürüst davranmışlar. O yüzden bize farklı davrandılar. İslamabad’da büyükelçilikte görev yapmış arkadaşlarım söylüyor, "Bundan 30 sene evvel, Hayber Geçidi’nden geçip 5 saatte sayfiyeye gidermiş insanlar. Dağlarda oteller varmış, briç turnuvaları düzenlenirmiş. Hatta hiçbir yerde Marks and Spencer yokken orada varmış. Sonra yakılıp yıkılmış. Tozdan geçilmiyor, insanlar tuvaletlerini sokaklara yaptıkları için havada ürin partikülleri var, bu da çeşitli hastalıklara yol açıyor. Doğrusu bu kadar kötü bir manzara beklemiyordum. Sağlık hizmeti diye bir şey yok. Pratisyen hekimler var, çoğu Türkiye’de eğitim görmüş, ellerinden geldiğince bir şey yapmaya çalışıyorlar ama yetmiyor tabii. Röntgen yok, laboratuvar yok, alet yok, cerrahi alet yok. Bunca yokluk içinde yine de Türkiye’nin kurduğu bir iki hastane var. Bazı yerlerde eleman var malzeme yok, bazı yerlerde ise malzeme var ama eleman yok. Amerikalılar’ın kurduğu bir hastane var, orada laparoskopi cihazı var, yanımızdaki genel cerrah arkadaş heyecanlandı, "Bu makinenin nasıl çalıştığını onlara göstereyim" dedi. Ama en önemli parçası eksik, çalışmıyor. Zaten "bu hastaneyi Amerikalılar kurdu" yazısını kapatmışlar, nefret ediyorlar. Bir yerde şöyle dediler: "Bizim karnımızın yarısı aç, yarısı tok ama mühim değil, sizin bayrağınız dalgandıkça başımız dik olacak!" Bize Türkiyeli Türk diyorlar, kendilerine Afgan Türkü.

Kendinizi en çok çaresiz hissettiğiniz zaman ne zamandı?

- Biz Kabil, Vardak, Mezarışerif ve Şibirgan’da çeşitli hastane ve sağlık ocaklarında 1500’e yakın hastaya baktık, 800 kadarı çocuktu, gerisi kadın. Ameliyat olması gereken pek çok hasta vardı ancak ameliyathane ve bakım şartları uygun olmadığından bu vakalara müdahale edemedik. Yanımızda 700 kg ilaç ve yardım malzemesi ile gittik. Muayene ettiğimiz her çocuğa hediye ve ilaç götürdük. Bir tane kızcağız vardı, hatırladıkça içim paralanıyor. 33 yaşında ve 16 tane doğum yapmış. Bilmiyor doğum kontrolü nedir. "Nasıl bakacaksın 16 tanesine?" deyince de, "Yarısı ölecek nasıl olsa savaşta" dedi. İnsan kahrolmaz da ne olur?

En çok ne tür hastalıklar vardı?

- Artık dünyada görülmeyen türden hastalıklar bile vardı. Leishmania (şark çıbanı) neredeyse herkeste var. Çocuklarda bit, uyuz, cilt enfeksiyonları, kellik, kıl kurdu, tenya, mantar, isal, hepatit A ve B, tüberküloz, menenjit, toxoplasmosis, bronşit ve beslenme bozukluğuna bağlı büyüme ve gelişme geriliği, konjenital kalp hastalığı...

En çok neye kahroldunuz?

- O kadar korku içindeydiler ki, bir tek çocuğu bile güldüremedik biz orada. Ne çikolata, ne bebek, ne oyuncak, hiçbir şey fayda etmedi.

Tekrar Afganistan’a gitmeyi düşünüyor musunuz?

- Evet. Çünkü ebe yetiştirmek istiyoruz. İstatistiklere göre dünyada en fazla doğururken ölen kadın Afganistan’da. Genç kızlar ebe eğitimi alabilirler diye düşündüm, gönüllü Türk ebelerle gideceğiz, üç hafta boyuncu oradaki genç kızlara ebelik eğitimi vereceğiz. Öyle bazı doğum ölümleri var ki, bir lokmacık bilgiyle ölmemesi mümkün o kadının.

Oğlunuzun babasından ayrılmamış olsaydınız, hayatınızda şimdi de biri olsaydı yine aynı şeyleri yapar mıydınız, yapabilir miydiniz?

- Hiç kuşkusuz ikna ederdim onu da, 12 doktoru ikna ettiğime göre. Ben gönüllü hizmetlere başladığım yıllarda birine çok aşıktım, birlikte gidiyorduk. Ama sonra vefat etti. Artık sevgilisizliğin eksikliğini hissetmiyorum. Oğluma duyduğum da aşk, köpeğime duyduğum da aşk, işime duyduğum da aşk, gönüllü faaliyetlere duyduğum da...
Yazarın Tüm Yazıları